Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dört taraftan kuşatılmış bir çaresizlik



Toplam oy: 315
Leïla Slimani // Çev. Aylin Yengin
Kırmızı Kedi
Bir yanıyla dehşet veren, diğer yanıyla yürek burkan bir hikaye...

İnsan, hayatın ördüğü bir duvardır. Ve bu duvar her daim kendi üzerine çöker. Hayat, insanı inşa ederken zaman da bu duvardan tuğlalar çeker. Çoğu zaman kendi üstüne çöken duvar, bazen de başkalarının üzerine çöker. Faslı yazar Leïla Slimani, Goncourt Ödüllü romanı Hoş Nağme’de, kendi içine çöküp başkalarının üzerine devrilen bir kadının hayatını konu ediyor. Bir yanıyla dehşet veren, diğer yanıyla yürek burkan bir hikaye...

Louise, bakıcılığını yaptığı iki çocuğu öldürmüştür. İşte kitap tam da bu andan itibaren başlıyor. Katilin de maktullerin de ilk sayfalarda belli olduğu roman, sayfalar ilerledikçe okuru ağır bir trajediyle baş başa bırakıyor. Louise’i çok sevdiği bu iki çocuğu öldürmeye iten sebep ne olabilir? Hangi sebep iki masum çocuğu bir insana öldürtebilir?

Hayatı boyunca dadılık yapan ve firari kızından başka hiç kimsesi olmayan Louise, son olarak Paul ile Myriam çiftinin çocukları Adam ve Mila’ya dadılık yapmaya başlar. İş bilirliği, çalışkanlığı ve çocukları sevmesiyle zamanla aileden biri oluverir Louise. Zaten tüm bu çabası, aileden biri olmak içindir. Dadı olarak işe başlamasına rağmen yemek de pişirir, bulaşıklarla da ilgilenir, evi de temizler, çöpleri atar; kısacası, Paul ve Myriam’in yapması gereken her şeyi onlar adına takip eder ve yapar. Paul ve Myriam, Louise’nin bu çalışkanlığından çok memnunlar ve dostlarına bile anlatırlar. Durum böyle olunca, Paul ve Myriam’ın ev ve çocuklarla ilgilenmelerine hiç gerek kalmaz ve tüm zamanlarını işlerine ayırırlar. Ama bir süre sonra Louise, kendisine çizilen sınırları ihlal etmeye başlar. Hayatlarına o kadar işler ki bu küçük kadın, onu oradan çıkarmak imkansızmış gibi görünür. Bu durumdan hem Paul hem de Myriam rahatsızdır. “O kadar mükemmel, o kadar ince ki bazen midemi bulandırıyor,” der Myriam, Louise için.

 

Bir süre sonra Louise, artık her şeye müdahale etmeye başlar; Myriam’ın attığı çöpleri bile kontrol eder. Yazılı ve sözlü olmayan ama herkesin bildiği ve yasa gibi geçerli olan sınırlar çoktan ihlal edilmiştir. İlişkilerini ayakta tutan mesafe yırtılmış, Paul ve Myriam’ın alanı Louise tarafından işgal edilmiştir. Oysa Louise’nin tüm çabası bu sınırları kaldırıp bu aileye dahil olmaktır. “Tek bir arzusu var: Onlarla bir dünya kurmak, yerini bulmak, yerleşmek, kendine bir oyuk, bir yuva, sıcak bir köşe kazmak. Bazen, sahip olması gereken o toprak parçası üzerinde hak iddia etmeye hazır hissediyor kendini, sonra hızını kaybediyor, kedere boğuluyor ve böyle bir şeye inanmış olmaktan utanıyor.”

Paul ve Myriam’ın tavırlarından, onlarla hiçbir zaman aile olamayacağını yavaş yavaş anlamaya başlayan Louise, bunu bir türlü kabullenmez. Hayatı boyunca hor görülmüş, yokluk çekmiş ve yalnız kalmış bir insanın yaşadığı derin bir hayal kırıklığı; çocuklar büyüdükten sonra işine son verilecek bir kadının endişesi; yaşarken bile bir işe yaramayan, öldükten sonra da arkasında borç bırakan bir kocanın onda bıraktığı tahribatın yorgunluğu; yıllarını vermesine rağmen bir türlü kabul görmediği topluma karşı birikmiş olan öfkesi; ne yaparsa yapsın, her kimse, hayatı boyunca hep öyle kalacağının ağır gerçeği, bu küçük kadının yüreğinde kan pıhtısı gibi toplanmıştır...

Hoş Nağme, keskin konusu ve karakterlerin canlılığıyla başından itibaren okurun heyecanını canlı tutan çok katmanlı bir roman. Louise ile dadılık yaptığı aile arasındaki ilişkiyi, Avrupa ile göçmenler arasındaki ilişki olarak da okumak mümkün. Louise ne yaparsa yapsın hiçbir zaman aileden biri olamayacaktır. Bunun bir çözümü de yoktur ve Louise’in buna yanıtı şiddet olacaktır. Ama Louise’in başvurduğu şiddet biçimi intikam değildir, dört taraftan kuşatılmış bir çaresizliğin dışa vurumudur.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Burcu Günister

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.