Günümüz toplumunun kara kahini olarak gördüğüm Michel Houellebecq’in yakında yayımlanacak İngilizce şiir derlemesi Unreconciled hakkında –Millions’ta– okuduğum bir tanıtım yazısı, “sad flâneur”(hüzünlü gezmen) ifadesini sadece Houellebecq için değil, Sylvia Plath’tan Tao Lin’e (Taipei romanıyla hatırlanacaktır) pek çok zamane insanının yazdıkları için de anahtar olarak kullanıyordu. Baudelaire’in, insan sefaleti ile sıkıntısının kolay dile gelmeyen yönlerine temas ettiği Kötülük Çiçekleri ya da Paris Sıkıntısı gibi yapıtlarından bu yana, kentsel dokuda dolanarak gördüklerinin içinde yarattığı sıkıntısını atmaya çalışan “flâneur”lerin edebiyatta ne kadar çok yer tuttuğunu az çok hepimiz biliyoruz. Modernitenin geleneksel dünyayı darmaduman etmesi esnasında, yeni umutlarla hayatlarını yeniden kurmaya çalışan insanların 19. yüzyıl boyunca kentleri durmadan dönüştürdüğü, kurumları şekilden şekle soktuğu, gergin barışların önce endüstri kavgalarıyla, sonra ulusal kavgalarla büyük savaşlara sürükleneceği bir dönemde, içe kapalı yapısını yitiren şair dışa dönük yeni bir ruhani yapı geliştiriyor ve cennet doğanın bağrıyla fildişi kulesi arasında gidip gelmek yerine kahveler, parklar, bulvarlar, pasajlar (zamanın AVM’leri), işlikler, sanat salonları arasında dolanarak kent insanlarıyla, sanatçıları ve berduşlarıyla hemhal oluyordu. Toplumun gerginliklerini ortalıkta dolaşarak alan bu hassas varlık, akıl hastalıklarına dönüşmeden önce ruhsal rahatsızlıklar olarak tezahür eden yüklerini yapıtlarıyla üzerinden atmaya çalışıyordu; çoğu zaman üretimi ruhunu temizlemeye yetmiyor ve pek çok zamane şairi, ömrünü akıl sağlığı enstitülerinde tamamlıyordu. (Bugün farmakolojik destekler sayesinde günümüzün insanları enstitülere kapanmak yerine kendi odalarına ya da içlerine kapanıyor.) Toplumun genellikle kapitalizmle özdeşleştirilen ama çoğu zaman ulusalcı endüstriyel yapılanmaları ve idari kavgaları nedeniyle ortaya çıkan sefaletin insanların bir türlü yok edemediği vicdanlarında oluşturdukları yaraların, sanatçıların işlerinde, yazarların ve şairlerinse yapıtlarında cerahatini döktüğü, biz okurların çok erken yaşlarda öğrendiği bir gerçek. Her dönemin flâneur’leri, şairleri, kara kahinleri oluyor ve kendilerinde toplanan toplumsal ve bireysel sıkıntıları atabilmek için yazmaya çalıştıkları yapıtlarıyla dönemlerin meselelerini ifade ederek, okurların düşünmelerini sağlıyorlar.
Yakınlaştıkça ufalanan devler
Houellebecq hakkındaki yazıyı okurken, yakın zaman önce YKY tarafından yayımlanan Ben Lerner’in 22:04 romanını “sad flâneur” anahtarı üzerinden yorumlayıp yorumlayamayacağımı merak ettim. Daha önce ilk romanını (yine leziz Hakan Toker çevirisiyle Jaguar Kitap’tan çıkan Atocha’dan Ayrılış) okuduğum bu neredeyse yaşıtım Amerikalı şair ve yazarı –içinden geçtiği koşulları anlatmak yerine, kendi tereddütlerini, çevresinden etkilenirken kapıldığı evhamları, ilişkilerini sürdürürken belirsizlikleri dönüştürdüğü kaygıları ve olup bitenleri yorumlarken kullanmaya çabaladığı hassas ve sosyolojik gözlemleri barındıran diliyle– takip edeceklerimin arasına almıştım. İlk romanında İspanya’da sanat ve protestoyla ilgilenen gençlerin arasında dolaşan şair karakteri otobiyografik olduğu iddiası taşıyan ama kurmaca olduğu iddiasında bir karakterdi, şimdi ikinci romanında da aynı karakterin (yazar mı okuduğumuz karakter, yoksa karakterleştirilmiş yazarı da yazan bir yazar mı söz konusu) çok daha geniş ve New York öncelikli, ama Amerika’nın içlerine de uzanabilen bir coğrafyada, yine sanat ve protesto çevrelerinde dolaşan, çok daha katmanlı küresel, toplumsal ve bireysel endişelerle kendisini yiyip bitirirken pek çok depresyon ilacı kullanmış gibi bastırılmış bir komiklik taşıyan macerasını okuyoruz.
Sanatla, insanlarla, toplumla kurduğu ilişki Baudelaire kadar iddialı olmamakla beraber, aynı soydan birinin Plath’ta olduğu gibi kendini imha etmeden ve Houellebecq’de olduğu gibi karayıldız haline gelmeden, yazdıkları anladığım kadarıyla Lerner’inkiler: Toplumun ne halde olduğu parmakla gösterilmeden anlatılıyor, vicdan sorgulamaları had safhada ironiyle didaktiklikten uzaklaştırılıyor, zamane tereddütleri çok detaylı biçimde veriliyor, hümanist hassasiyetlere neredeyse hiç girilmeden pek çok liberal sol mesele incesinden tiye alınarak rahatlatılıyor. Metropolde, kahvelerde ve restoranlarda, kooperatif marketlerinde, sanat galerilerinde, müzelerde, sağlık kurumlarında, okullarda dolanan anlatıcı, sağlıklı ilişki kurma takıntısıyla tıpkı Houellebecq’in Temel Parçacıklar’ını anımsatırcasına, neredeyse kimseyle dolaysız cinsel ilişki kuramıyor, siyaseten doğru davranmaya çalışırken rahatlayamıyor, en ufak bir fenomeni bile atlamamak adına bin bir hesap yaparken yaşananları değil yaşanma ihtimali olanları deneyimleyip genellikle kalakalıyor ya da bir sonraki farklı hikayeye sıçrıyor. Arkadaşlarıyla ya da tanıdıklarıyla kurduğu ilişkilerinin, genellikle yanlış anlamalar üzerinden komik rastlantılarla başlamış olduğu anlaşılıyor. Küresel çapta ün kazanan büyük romancıların, hoşsohbet akademisyenlerin, hatta metropolün büyük çapta yıkımını getireceği iddia edilen fırtınaların veya çok şiddetli çatışmalara sebep olmuş gösterilerin bile, aslında medyatize olduğunda şişirilmiş, gerçekten yaşandığında alelade insanlar ve durumlar olduğunu sezdiriyor Lerner.
Burada flâneur ile kendi mahallesinden çıkmayarak fanteziler kuranlar arasındaki fark devreye giriyor: Sadece kendi mahallesine söylenti ya da medya yayını olarak gelenler üzerinden zamanını algılayan kişilerin, fildişi kulesinden ya da çekildikleri su kenarından hayatı yorumlayan şairlerin zihinlerinde canlandırmaları gerekiyor duyduklarını veya okuduklarını. Bu da her şeyin daha büyük görünmesine, mağara duvarlarına devler gibi yansımasına, mitomanların mitleriyle sarmalanmasına ve muazzam felaketler, büyük canavarlar ve yüce kahramanlarla dolu bir dünya tahayyül edilmesine sebep oluyor. Ama her yerin içinden geçip giden gezmenler, yapıtların ve yayınların boyutlarını azamileştirdiği her fenomenin aslında ne kadar da anlık, alelade ve sıradan olabileceğini, zamanın ruhunun öyle kapsayıcı değil de boşaltıcı olduğunu, tanrılar ve şeytanlarla kaynayanın dünya değil de insanların zihinleri olacağını görebiliyor.
Zamanımızın hüzünlü flâneur’leri yürüdükleri yollarda şahit olduklarının kanıksanmış kavgaların sıradan insanları olduklarını anlıyorlar, vicdanlarını yoranların da bu kavgalar olduğunu biliyorlar ama işte devlere saldırmak kadar gösterişli değil sıradana saldırmak ve sıradanı haklamak. Değirmenlerin karşısında verdiğimiz moladan sonra yola devam etmek durumundayız hem.
Görsel: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder