Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Eski resimler buluğ çıkarsa



Toplam oy: 1202
Alessandro D'Avenia
Turkuvaz Kitap
Kitap fazlasıyla batılı bizim coğrafyaya göre; yani haddini aşan ölçüde kibar. Leo, seksten, alkolden, uyuşturucudan, büyük sokak kavgalarından oldukça uzakta bir genç.

Hangi nesne ergenlik çağı gibi bir girdaptan geçer? Saçma. Boyunuz uzar, organlarınız ağırlaşır, hormonlarınız tavan yapar, sinir sisteminiz bunu dengelemeye çalışır; üstelik sosyalleşmeye bağlı olarak kurumsal tepkileriniz de artar.

 

 

Canlı, çocukken, erginken katlanabilirlik taşır; ergenlikte size siz dahil kimse sempati duymaz. Çünkü ertesi gün değişeceksinizdir. Bir gün önce gördüğünüz kişi erkekse bıyığı çıkabilir, kızsa memesi! Saçma. Bugün tanrıya inanırken yarın Rammstein’dan büyük yoktur diye dolaşabilirsiniz. Kaypaklık değildir bu; arayış, çabuk inanma, deneme ve ne yazık ki yanılma endüstrisidir. Gotik metal piyanosunda hüzzam çalma inadı işte!

 

Böyle bir beden koşuşturmasında kitaba ne kadar yer vardır? Aklınız cinsel organınızdayken Dostoyevski okumak çok mu akıllıcadır? Okulda size dayatılan eski edebiyat, zaten işinizi bitirmiştir. Sınıfta ayağa kalkıp “müfredat değişse, önce günümüz eserlerini tanıyıp öğrenip sonra merakla geçmişe baksak; yani müfredat tamamen terse dönse” diye bağırmak bile sıkıcıdır. Her teneffüs, birer özgürlük orgazmıdır.

Saçma. Her şeyin saçma, benliğin anlamlı geldiği zamanlardır. Çünkü az bilgi saflıktır. Hayat çok bileni köreltir. Bir sevgili, biraz müzik, biraz spor, biraz kılık kıyafet, biraz isyan, biraz küfür yeter dünyayı kucaklamaya. Sanılır ki, bütün budur. Tüm olup biten kötü şeyler değişmek için senin harekete geçmeni beklemektedir artık. Yeryüzünün seni anlamadığının en büyük kanıtı hayatta olmandır. Çekip gitmeyi bağımsızlık, ilk aşkı birini ölesiye sevmek diye tanımlayıp tanımlarına tapmak da güzeldir aslında. Ergenlik çağı reflekslerle, içgüdülerle yönetilerek kahramanca kurtarılmış bölgedir demek yanlış olmasa gerek.

 

 

'Yavruları acıkan ve onlara verecek yiyecek bulamayan pelikanlar ne yapar, bilir misiniz? Uzun gagasıyla göğsünü deler ve yavruları için besleyici olan kanını akıtır; yavrular onun yarasından bir pınar misali beslenirler.' İtalyan yazar Alessandro D’Avenia ilk romanı Süt Gibi Beyaz Kan Gibi Kırmızı’da sona yaklaşırken bunları yazmıştır; bu sözler romanın ana karakteri lise öğrencisi Leo’ya aittir. Fedakarlığın örneklemesinde, çaresizliğin vahşete dönüşse de bir mücadele ilhamı olduğunu fark etmiştir Leo; yahut öyle algılanması konusunda kararlıdır. Hayatında büyük felaketler, sıkıntılar yoktur; tek derdi hoşlandığı bir kıza açılamamak, onunla tanışamamaktır. Gitgide bu dert, ergenlik hücresinin çekirdeğini oluşturur; tüm hücreye enerjiyi bu sorun akıtmaya başlar: Ulaşamamak. Ulaşmak ile Tatmin arasındaki gelgiti sindirememek. 

 

 

 

Kitap fazlasıyla batılı bizim coğrafyaya göre; yani haddini aşan ölçüde kibar. Leo, seksten, alkolden, uyuşturucudan, büyük sokak kavgalarından oldukça uzakta bir genç. Bedensel bir ergenlik geçirmiyor sanki; çalkantıları buraları göre daha ılıman. Ancak tutkuyu öğrenişi ve bu öğrenme yolculuğunda kendini, durumunu sorgulayışı esprili bir dille yazılmış ve okurken biraz da 'size dair’i okuduğunuzu hissedip gülümsüyorsunuz. Herakleitos’un bir sözü: “Bekleyen, beklediğini yaşar ama umut edenin başına umut etmediği gelir.” Leo’nun bir akbaba gibi üstünde dönüp dolaştığı trajedi budur.

 

 

“Aşk bizi mutlu kılmak için değil, acıya katlanma kapasitemizin ne kadar güçlü olduğunu gösterebilmek için vardır.”

Leo, bize evreni bağışlıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.