Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gazozcu Mevlüt’ün oğlu Ercan…



Toplam oy: 1056
Ercan Kesal
İletişim Yayınevi
Kitap insanla konuşur mu; konuştu, “Sen otur, ben çay koyup geliyorum,” dedi. Ben oturdum, Ercan Kesal anlattı.

Tatsız hikaye kotanı doldurduğunda bazen, öyle bir şey çıkıveriyor ki karşına, “Ya tamam, üzülme bu kadar,” diyor anneanne elleriyle sırtını pışpışlarken. Bir derin nefes alıp ikna oluyorsun o zaman, “Hayatta iyi hikayeler de var.” Velev ki düşüverdin yere, biri itti misal arkandan, ya da yoruldun ve yitirdin dengeni, seni tutup yerden kaldıracak bir kapı zili, bir film, bir kitap, bir kaldırım karşılaşması, sabah posta kutunda bitiveren bir e-posta, radyoda aniden çalmaya başlayan şarkı... Hep bir şey var seni o karanlıktan geri çağıracak. Sanki biri gelmiş de havasız bir odanın penceresini açıvermiş gibi bir şey. Tarifsiz bir ferahlık. Herhalde hayat böyle bir düzenek, bir yandan bereler açıyor oranda buranda, bir yandan öpüp iyileştiriyor.


Nazan Kesal yazdı önce Twitter’a; “Ercan Kesal’ın kitabı çıkıyor,” dedi, adı da Peri Gazozu diye haber verdi. Epeydir kara haber okumaktan içim kurumuş, üzerimden kamyonlar geçmiş, Peri Gazozu yetişti imdadıma. Kitap insanla konuşur mu; konuştu, “Sen otur, ben çay koyup geliyorum,” dedi. Ben oturdum, Ercan Kesal anlattı.


Kesal’ın kelimelerine, onun hayat kırpıklarından mürekkep hikayelerine gazete sayfalarından aşinayım. “Usulcacık bir dil,” demiştim ilk okuduğumda, “ama satır aralarında kaplanlar dolaşıyor.” O günden sonra ne yazsa okudum. Okudukça onun o kelebek kırılganı yazar kalbine daha da yakınlaştım. Beyazperdede seyrettim Kesal’ı sonra. O dupduru hallerine bittim. O zaman anladım ki, yazı ya da oyunculuk, iki alanda da ona dair ilk gönlümü çelen şey Kesal’ın bir sanatçı olarak maharetinden çok, sıradan bir adam olarak kökleri içeriye, çok içeriye uzanan bir şeye sahip olmasıydı. Sen iyilik de buna, ben merhamet diyeyim, beriki gelsin yalınlık ya da tevazu desin, hiçbiri tek tek anlatmıyor Kesal’ın her çıkışıyla içimize saldığı duyguları. Gerçek bir adam belki, evet, belki budur işin sırrı. Gerçek adamların giderek azaldığı bir gezegende, kalbini elinde tutan gerçek bir adamdır belki Kesal. Ondandır yani.



Karıştırdıkça yenilenen ve çoğalan bir sandık

 


Peri Gazozu, Ercan Kesal’ın kendi hatıralarından derlediği hikayelerden oluşuyor. Bir bellek yoklaması aslında, bugün 54 yaşında olan bir adamın kitabın kapağındaki çocuk gibi geriye baktığında gördüklerinin hikayesi bunlar. Her yaşa dair hatıralar, o hatıraların çağırdığı duygular… Taşrada geçen çocukluğun büyülü anları, büyümenin sancıları karnını burarken kente okumaya gelen bir yeniyetme, mecburi görev için taşraya dönen vicdanlı bir doktor… Bir hayatın biriktirdiklerini gözden geçiriyor Kesal. Kitabın bir yerinde şöyle diyor: “Geçmişimiz; elimizden uçup gitmiş, kaybolmuş bir zaman değildir. Şimdiki zamanın içinde duran, bekleyen bir şeydir. Bu duran şeyin 'bilinç' olduğunu ve aynı zamanda 'belleğimizi' de kapsadığını, bu hikayeleri yazmak için sandalyeme oturduğum her seferinde hayretle fark ettim.” Tavan arasındaki sandığı indirip içine bakıyor Kesal bu kitapla. Karıştırdıkça yenilenen ve çoğalan bir sandık.


Gazozcu Mevlüt’ün oğlu Ercan’ın anlattığı insan hikayeleri, bir erkeğin hayatının pek çok mühim durağına uğruyor. Kesal’ın bir hayat yoklaması olarak gördüğüm bu ilk kitabının içinde özellikle babasıyla ilgili aktardığı, öyküleştirdiği hatıraları yoğun ve ziyadesiyle kırılgan. Hayatın içinde kendini bir “oğul” olarak tanımladığı yere, kitap boyunca sık sık geri geliyor Kesal; bir değil birden fazla hikayede, baba-oğul ilişkisi üzerinden büyümek, yaşlanmak, ölüm gibi narin meseleleri yokluyor. Taşrada, kütüphaneden alınan kitaplarla haşır neşir geçen çocukluğuna dair aktardığı hatıraları ise, bozkırda büyüyen bir oğlan çocuğunun naif dünyasına ayna tutuyor.


Anlatırken içine büyüdüğü ülkeyi de anlamaya çalışıyor sıklıkla. Bir taşra doktoru olarak şahit olduğu bazen tatsız, kalp kıran ve yer yer zalimce, bazen de taşra insanının naifliğinden, hayat sevincinden dem vuran muzip hikayeleri paylaşıyor. 12 Eylül döneminde kendinin ve arkadaşlarının maruz kaldığı olaylar da anlattıkları arasında Kesal’ın. Muktedire, ülkenin gerçeğine, adaletsizliğe isyan ediyor. Ama umudunu, iyi olana ve kalbini avcunda tutan insanlara inancını hiç yitirmiyor.

 


Öyle kuru kuru da anlatmıyor hatıralarını Kesal. Tıpkı kurmaca öyküler tasarlar gibi, olayların geçtiği atmosferi bilgece detaylarla betimliyor, mekanları zihnimize çiziyor, kokuları burnumuza çalıyor, hikayelerdeki adamları ve kadınları özenle seslendiriyor. Güçlerini aslında gerçek olmalarından alan bu hayat parçacıkları, kurmacaya öykünen halleriyle ve Kesal’ın anlatma iştahı ve meddah diliyle iyice şerbetleniyor.


Peri Gazozu, tanıdık bir dünyanın sesi. Ercan Kesal’ın olduğundan fazla ya da eksik göstermeden, olduğu gibi, samimiyetle anlattığı bir dünya burası. Annelerin çalı süpürgesiyle evin önünü süpürdüğü, havada uçuşan tozlar, bozkırdaki tek yaşam belirtisi sanki… Ertesi gün vapur iskelesinde buluşmak için alınan sözün sevinciyle avuç içlerinin öpüldüğü. Aynı zamanda muayene olarak kullanılan eve, taksitle alınan çekyata sevinildiği. En yakın çocukluk arkadaşının Kızılırmak’ın sularında yitip gittiği. Kuzeni tarafından hamile bırakılıp amcaları tarafından öldürülen 15 yaşındaki Hatice’nin plastik bir torbanın içinde hastanenin morguna terk edildiği. Yoksul öğrencilerin sakızdan çıkan Yılmaz Güney kartlarını birbirine gösterdiği. Anneden gizli yüzmeye gidilen Kızılırmak’ın dönüş yolunda azarlanmamak için kurusun diye donların kafaya geçirildiği. Açıkhava sinemasından mahalleye Sevemedim Kara Gözlüm’ü söyleyen Şükran Ay’ın sesinin taştığı. Gencecik bir Neşet Ertaş’ın Ayhan Işık bıyıklarıyla, sazını göğsüne bastırmış, hafif öne eğik bir yürüyüşle sahnenin ortasındaki tahta sandalyeye doğru yürüdüğü bir dünya. Peri Gazozu, sanki biri gelmiş de havasız bir odanın penceresini açıvermiş gibi…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.