Gölgesi, insanı bir ömür takip eder, hiç bırakmaz peşini. Gün ışığı çekilince kurtuldum sanır ondan. Ama ne ki her yeni gün doğumuyla birlikte peşindedir yine. Kimileyin hemen yanı başında, kimileyin arkasında, kimileyinse önü sıra uzayıp gider. Varlığını mütemadiyen hissettirir. Derken kendi gölgesine yabancılaşır insan. Çünkü gün gelir, başka gölgeler düşer kendi gölgesinin üzerine. O vakit “aslı gibidir” diyemeyeceği bir gölgedir artık peşindeki. Annesinin, babasının, öğretmenlerinin ve vakti zamanı geldiğinde kocasının gölgesi bulaşır kendi gölgesine. Geçmiş de tıpkı bir gölge gibi her an dibindedir insanın, bırakmaz peşini, asla düşmez yakasından. İnatçı bir leke gibi geçmişine yapışıp kalan bu gölgeler, geleceğinin üzerine de yansır.
Irmak Zileli’nin Gölgesinde isimli üçüncü romanı, insanı, bir ömür takip eden gölgesinin ya da gölgelerinin peşine düşerek yol alacağı uzun bir yürüyüşe çıkarıyor. Hatta böyle bir yürüyüşü zorunlu kılıyor. Handiyse Leyla ile birlikte kapıyı çekip yola çıkmak kaçınılmaz oluyor. Üstelik “ceketimizi” omzumuza atmadan, ardımıza hiç bakmadan. İnsanın “niyeti bir yere varmak değilse geriye de bakmaz” çünkü. Bu arada yürüyüşe başladıktan bir süre sonra topuklu ayakkabılarımızı (ya da prangalarımızı mı demeliyim?) çıkarıp, yürüyüş ayakkabılarımızı ayağımıza geçirerek devam ediyoruz yola. Kadının, ait olduğu varsayılan, öyle bellenen ve belletilen mekandan, yani evden, dört duvar arasından çıkıp, sokağa ve insana karışıyor Leyla. Ve yürüyüşü boyunca, üzerine sinen gölgelerden kurtulmaya, zincirlerinden sıyrılıp özgürleşmeye, kendini bulmaya çabalıyor. Dahası kırmızı başlığını fırlatıp atıyor, kurttan falan da korkmuyor. Ormanı keşfe çıkıyor. Camdan pabuçlarını da kırıp un ufak ediyor. Prens, Külkedisi’ni bir daha bulamasın diye. Artık onu Sindrella olmaya zorlayacak bir prense ihtiyacı yok çünkü.
Attığı her adımda değişip dönüşüyor
Yeni bir hayat kurma umuduyla evden çıkan Leyla, uzun yürüyüşü boyunca başka başka insanların hayatlarına değiyor. “Ötekiler”in hikayelerini can kulağıyla, yüreğiyle dinliyor, onlara dokunuyor. Trans bireylerin evine sığınıyor örneğin. Sofralarına oturup aşlarına ortak oluyor, yaralarına yakından bakıyor. Sonra çuvallı çekçekiyle kağıt toplayan gencin yanında duruyor. Birlikte “duruyorlar.” Çekçekin ağır olup olmadığını merak ediyor Leyla. Derken 78 yıl sonra ilk kez sokağa çıkan 90’lık teyzenin her şeyi “gören gözleri”ni seyrediyor. Sokakta yalnızca insanların değil hayvanların hayatlarına da şahit oluyor Leyla. İnsan denen varlığın savunmasız hayvanlara ettikleri karşısında yüreği buz kesiyor. Gerçek denilen şeyin kimin gerçeği olduğunu sorguluyor. Attığı her adımda değişip dönüşüyor.
Leyla, bir vakitler psikiyatri uzmanı Dr. Agah Aydın ile yaptığım söyleşiye götürüyor beni. Aydın’ın şu sözleri aklıma düşüyor: “Çağ insanının en temel sorunu yalnızlaşma ve yaşadığı topluma yabancılaşmasıdır ki bu ruh halinin en önemli nedeni de liberal ekonomilerdir. Yalnızlaşma ve yabancılaşma ile başa çıkabilmenin bir tek yolu vardır o da ötekilerin acısına tanıklık edebilmek, insanlarla bir arada olabilmektir.” Leyla, yol boyunca karşılaştığı insanların ve hayvanların acılarını gerçekten duyumsuyor, onlarla bir arada olmaya, dayanışmaya çalışıyor. “İnsan ne tuhaf, başkaları hem tehdit hem sığınak olabiliyor. Kâh yaklaşmak kâh uzağa kaçmak istiyoruz. Kirpiler gibi. Fazla yakın olunca dikenler batıveriyor. Biraz uzaklaşınca üşüyorsun” diye düşünüyor beri yandan. Yalnızlık kavramını, yol boyunca çokça didikliyor. Herkesin mutlaka bir yere demir atmak isteyeceğini, kimsenin yalnız olmak istemediğini düşünüyor ve soruyor: “Neden bu kadar çok korkuyoruz yalnızlıktan? Birinin gölgesine sığınmak zayıflık mı yoksa?"
Fikret'in kendi Leyla’sı
Her şeyi unutan, bellek sorunu yaşayan Leyla, adeta kendi kendine psikanaliz yapıyor, geçmişiyle ilgili anılarını su yüzüne çıkarıp onlarla hesaplaşıyor. Kendi gölgesinin üzerinde kocası Fikret’in devasa gölgesini görüyor. Sonra annesinin, babasının ve hayatına dokunan daha başkalarının gölgelerini. Yürüyüşü boyunca, belleğinin yok saydığı geçmiş, unutmak istediği pek çok şey yavaş yavaş yüzeye çıkmaya başlıyor. “Yürürken zihni kıpır kıpır.” Hatta “Sanki sokaklarda değil de zamanın içinde dolaşıyor.” Ama zamanın içinden kötü anılar da fırlayabiliyor. Buna da hazırlıklı olmalı insan. Her şeyden öte, “Yürümek insanı dışarıya daha açık kılıyor.” Böyle düşünüyor Leyla. Tüm bu sorgulama, hesaplaşma süreci, dört duvar arasından sıyrılıp kendini yola vermesiyle başlıyor. Herhangi bir istikameti, varacağı bir yeri yok Leyla’nın. Ne kadar yürüyeceğine ise ayakları karar verecek. Bu yürüyüş sırasında, on yıllık evliliği boyunca, Fikret’in kurguladığı bir rolü, onun yarattığı bir karakteri oynadığının farkına varıyor. Çünkü “Fikret kurgulamasaydı bir hayatı olamazdı. Evini alırken, içini döşerken, duvarlarına resim asıp etrafını nesnelerle kuşatırken kendine bir ev kurguladı”. “Aslında beni de kurguladı. Kendi Leyla’sını yarattı ve ona inandı. Benim o olduğumu düşündü,” diyor Leyla ve devam ediyor: “Şimdi Fikret’in Leyla’sı ile benim Leyla’m birbirini tutmuyor diye Fikret’inkini yok mu sayacağım? İkisi de var. Ne de çok güveniyoruz tek bir insan olduğumuza. İlişki kurduğum her insanda yeni bir Leyla’nın yaşamaya başladığını düşünmedim uzun bir süre. Sorun şu ki Fikret de kendi Leyla’sının dışında başka bir Leyla daha olabileceğini getirmedi aklına.” Fikret ve romandaki her bir karakter üzerinden söylenmesi gereken daha pek çok söz var, ama bu yazının sınırlarını aştığı için onları didiklemeyeceğim.
Diyebilirim ki Irmak Zileli, romanının odağına kadın-erkek ilişkisini oturtmuş gibi görünse de aslında burası sadece başlangıç yaptığı nokta. Buradan yola çıkıyor ancak birbiriyle kesişen pek çok farklı sokağa girip çıkıyor. Böylece yalnızlık, özgürlük, aşk, aile, geçmiş, bellek, gerçeklik, kent, öteki, merhamet gibi pek çok konuda söz söylüyor. Yarattığı karakterler üzerinden adeta bir psikiyatr gibi insan ruhunu çözümlemeye çalışıyor, varoluşsal sorulara cevaplar arıyor. Karakterlerinin peşine düşüp, onlarla birlikte yolda olmayı da belli ki çok seviyor Zileli.
Bu arada, eğer Gölgesinde’yi, yazarının kim olduğunu bilmeden okusaydım, yine de Irmak Zileli’nin kaleminden çıkma bir roman olduğunu tahmin ederdim diye düşünüyorum. Bir yazarın bütün kitaplarını okumuşsanız o yazarın üslubuna dair bir fikir sahibi olursunuz. Yeni bir kitabını okurken de satır aralarından yazarın sesi yansır kulaklarınıza. Zileli, tıpkı diğer iki romanında olduğu gibi bu kez de kısa kısa, sade cümlelerle örüyor hikayesini. Anlatmak istediğini çok net bir şekilde ortaya koyuyor.
Zileli’nin okuma-yazma yolcuğunun izlerini sürebilme ve de üzerine gölgesinin sindiği yazarlara, filmlere, yönetmenlere, müziklere, tanıklık edebilme imkanını da yakalıyoruz bu romanda. Örneğin satır aralarında Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Virginia Woolf, Tezer Özlü, Jossé Ortega y Gasset, Italo Calvino, Kate Chopin göz kırpıyor okura. Edith Piaf’ın sesi yankılanıyor sonra arka fonda. Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’in Anti-Christ ve Karanlıkta Dans filmi ilişiyor bir ara gözümüze. Hatta Zileli’nin okurluk ve yazarlık üzerine düşüncelerinin izini de sürebiliyoruz. Leyla’nın kurduğu şu cümleler, ne demek istediğimi anlatmaya yeter sanırım: “Bir hikaye okuduğumuzda daha önce okuduklarımızın ışığı da düşüyor üzerine. Aynı şekilde aslında okuduğumuz her hikayenin içinde, onu yazan kişinin okuduğu hikayelerin de izleri var. Ve bu sayede biz hikayelerin yazarının okuduğu öteki hikayelerin ve hatta o hikayeleri yazanların da okuduğu hikayelerin izleriyle de karşılaşmış oluyoruz.”
Görsel: Gökçe İrten
Yeni yorum gönder