Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gören ve anlatan bir bilge



Toplam oy: 481
Kamil Erdem
Sel Yayıncılık
İnsana, insanın dünyadaki şu bitmez çabalayışına, teslim oluşuna, vazgeçişine ya da tam tersi direnişine dair tavırları, duyuşları, sezişleri ifade etmekteki becerisi, Erdem'i bir filozof-yazara çeviriyor.

Kâmil Erdem, iki yıl önce yayımlanan ilk öykü kitabı Şu Yağmur Bir Yağsa ile dikkatleri üzerine çekmişti. Bunun ilk nedeni, yetmişli yaşlarında öyküye geri dönen birinin kaleminden çıkmış olmasıydı. Ancak öyküleri okuduğumuzda, Türk edebiyatını bunca yıl kendinden mahrum ettiği için hayıflanmıştık. Nihayet, bu sefer çok fazla beklemeden Erdem'in ikinci öykü kitabı Bir Kırık Segâh ile buluştuk.


Kâmil Erdem kurduğu öykü evreni, üslubu, dile hâkimiyeti ve dil zevki ile öne çıktığı kadar, Şule Gürbüz okurlarının pek lezzet aldığı uzaktan, naif ama hâkimane söyleyiş tarzı ile de dikkat çekiyor. İnsana, insanın dünyadaki şu bitmez çabalayışına, teslim oluşuna, vazgeçişine ya da tam tersi direnişine dair tavırları, duyuşları, sezişleri ifade etmekteki becerisi, Erdem'i bir filozof-yazara çeviriyor. Handiyse öyküler, tüm o kurgu, karakterler ve olaylar, aslında anlatılmak istenen insanlık halinin fonuna, bir araca dönüşüyor. Öykü karakterlerinin duygu ve fikir dünyaları derinden, sarsıcı ve etkileyici bir şekilde okura aktarılarak sizi çepeçevre sarıyor. Bununla birlikte, anlatılan “o insan”ın hikayesi ile öykünün kurgusu ahenkli bir bütünlük içinde, doğal bir birliktelik içinde veriliyor. Öyküleri güçlü yapan tam da bu durum. Örneğin bir öykü, bir fikirden, bir dertten, yazarın şahit olduğu veya tahayyül ettiği sarsıcı bir durumdan, andan yola çıkar. Öykünün özüdür o. Bazı öykülerin o derdi anlatmaya nefesi yetmez, güç yetiremez, havada kalır. Tam tersinin olduğu da vakidir. Yazarımız tam bir kalem sahibidir ama anlatacak bir meselesi yoktur, sayfalarca hüner gösterir durur, şaşalarsınız ama öykü sona erdiğinde o hünerden alınan keyif de anında kesilir. Uzun süreli bir etki bırakamaz. Kâmil Erdem'de, bu iki yeteneğin birlikteliğini görebilirsiniz: maharetli bir anlatıcı ve dünyanın tüm hallerini görmüş bir bilge.


Kâmil Erdem'in diğer bir hususiyeti ise, artık pek göremediğimiz için gözlerimizin aradığı, bulunca da nasıl sevineceğimizi şaşırdığımız, geleneksel kültüre göndermeler yapıyor oluşu. Türk kültürünü oluşturan deyimler, kitaplar, dini referanslar ve beyitler gibi unsurlar, anlatının içinde tam bir doğallıkla yerlerini alıyorlar. Nitekim güncel Avrupa veya Amerika edebiyatından bir yazarı okuduğunuzda, kendi kültürüne göndermeler yaptığını, ortak ve paylaşılan bir geçmişe referans verdiğini görürsünüz. Mitoloji, halk hikayeleri ya da Hıristiyanlık göndermeleri olabilir bunlar. Çağdaş Türk edebiyatı ise Korkut Atalara, Kel Oğlanlara, Deli Dumrullara, menkıbelere ya da halk ozanlarına, deyişlere, gazellere pek uzak pek sağır. Ancak Kâmil Erdem'in öyküleri bu kültürel referansların edebiyatımızda nasıl yeniden üretilebileceğini gösterebilir.


Son olarak, Kâmil Erdem'in dilinden söz edelim. Kısa ve yalnız durum bildiren cümlelerin ağır ritmiyle başlayıp, dallanıp budaklanan, uzayıp kısalan, giriftleşen ve hızlanan, derinleşen bir dil kullanıyor Erdem. Kamera olan göz, akıl olan göze dönüştüğünde, dilin ve ifadenin lezzeti yıllar sonra dahi hatırda kalacak bir tat bırakıyor.Bu tercihin bir handikabı olarak yer yer hızlanan ritim, dilin ağırlığı altında kalarak aksayabiliyor ancak bu durum sahih okuru pes ettiremeyecektir.

 

 


 

Görsel: Alpay Aksayar

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.