Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Karl Ove Knausgaard’ın çocukluk adası



Toplam oy: 718
Karl Ove Knausgaard // Çev. Haydar Şahin
Monokl
Kendi ruhunda, geçmişinin izlerini bulmak üzere arkeolojik bir kazıya girişen Knausgaard, Çocukluk Adası'nda, küçük Karl Ove’nin dünyasını yüzeye çıkarıyor.

Sanırım Karl Ove Knausgaard'ın ismini duymayan kalmamıştır artık. Ben ise kendisiyle, altı kitaptan oluşan Kavgam serisinin üçüncü kitabı ile tanışmış bulunuyorum. İtiraf etmeliyim ki, “bestseller” kervanına katılmış bir roman serisi olduğu için burun kıvırmıştım başta. Knausgaard’ın kendi hayat hikayesini dillendirdiği altı ciltlik bu otobiyografik roman serisi, neden bu kadar çok ilgiye mazhar olmuştu acaba? Sanırım nedeni, yazarın her şeyden önce kendisine ve sonra da okura karşı açık olması, dürüstlüğü, samimiyeti ve içtenliği... 

 

 

Kendi ruhunda, geçmişinin izlerini bulmak üzere arkeolojik bir kazıya girişen Knausgaard, Çocukluk Adası'nda, küçük Karl Ove’nin dünyasını yüzeye çıkarıyor. Yazarın, içindeki kuyuya saldığı kovadan çocukluğu çıkıyor bu kez yukarı. Ama hayatının ilk altı yılına dair neredeyse hiç anısı yok; öyle söylüyor kitabın başında. O günlere dair hiçbir şey hatırlamadığını, aklında hiçbir şey kalmadığını belirtiyor. Yaşamının, hatıraları silinmiş o kayıp altı yılını, geçmişinin bir parçası olan fotoğraflardan ve bazı eşyalardan yararlanarak inşa etmeye çalışıyor. Böylece “çocukluğum” adını verdiği derme çatma yapıyı ortaya koyuyor. Ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu kestiremiyoruz elbette bu hikayenin. Yazarın hatırladığı şekliyle doğru ve gerçek her şey. Bunu da şöyle dile getiriyor Knausgaard bir söyleşisinde: “Bana göre, bir şeyi hatırlamakla yaratmak arasında hiçbir fark yok. Kurgusal romanlarımda, başlangıç noktası her zaman gerçek bir olay olmuştur. Kurgu bir metin yazdıktan sonra, onun hatıra olup olmadığını hatırlayamıyorum. Yani benim için ikisi aynı şey. Kavgam’ı yazarken de aynıydı ama tek kural doğru olmak zorunda olmasıydı. Objektif olarak doğru değil de, hatırladığım şekilde doğru. Kitapta pek çok yanlış hatıra var ama oradalar, çünkü gerçekler.”

Çocukluk Adası
'nda, Karl Ove’nin, babasıyla olan ilişkisine yakından bakıyoruz. Öğretmen olan babanın despotluğu, otoriterliği karşısında insanın nefesi tıkanıyor, boğazı düğümleniyor. Öyle ki Küçük Karl Ove, evin içinde babasıyla karşı karşıya gelmemek için onun merdivenlerdeki ayak seslerine kulak kabartıyor. Ve ancak babasının ortalıkta olmadığına kanaat getirdikten sonra mutfağa giriyor, salona geçiyor veya sessiz ama hızlı adımlarla kendini odasına atıveriyor. Babasının ayak sesleri yüreğini ağzına getiriyor. Çünkü az sonra kızgın bakışlarıyla karşısına dikilecek, onu azarlayacak, acımasızca kulağını bükecek ve hızla duvara fırlatacaktır küçük bedenini. Öyle büyük bir “yaramazlık” yapmasına da gerek yoktur ayrıca. Sadece çorabının tekinin kaybolması bile böyle bir muamele görmesine neden olabilir. Tıpkı havuzdan çıktığında çorabının eşini bulamadığı gün başına gelenler gibi. Çorabının tekinin kaybolması ve onu bir türlü bulamaması Karl Ove’nin göğsünde sıkışmış bir yürekle eve gitmesine sebep oluyor. Eve girerken babasına yakalanmamak için gösterdiği onca çabaya rağmen, korktuğu başına geliyor. Önce çalışma odasının, ardından antre kapısının açıldığını işitiyor ve işte, babası karşısında. Tek ayağının çıplak olduğu gözünden kaçmıyor elbette. “Çorabını mı kaybettin?” diyerek Karl Ove’yi silkeleyen ve kulağını çeken baba, öfkeyle bağırmaya devam ediyor: “Kaç yaşındasın sen? Çok mu zengin görünüyoruz? Giysilerimizi kaybedecek kadar zengin miyiz sanıyorsun? Seni kahrolası çocuk! Eşyalarına sahip çıkacaksın! Artık havuza gitmek yok. Anlaşıldı mı? Bir daha havuza gitmek yok. Şimdi çık bakalım odana. Akşam yemeği de yok. Doğruca yatabilirsin.” Çorabının tekini kaybetmenin bedeli bile buydu işte. Ama neyse ki annesi, küçük Karl Ove’nin bu hayattaki kurtarıcısı oluyor.

Her ne kadar Knausgaard, hayatının ilk altı yılına dair bir şey hatırlayamadığını söylese de, aslında her şeyin en ince ayrıntısına kadar belleğe kazındığını, erken çocukluk döneminin, yaşamımızda ne kadar çok yer kapladığını da ortaya koyuyor bu kitapla. Çocukluk, öyle etrafı denizle çevrili, sınırlandırılmış bir ada değil. Bildiğimiz adalara hiç benzemiyor. Öyle bir ada ki anakarayla birleşiyor, sınır falan tanımıyor, tüm hayatımızı belirliyor. Dolayısıyla diyebilirim ki Knausgaard’ın Çocukluk Adası da çok ses getirecek.

 

 

 

 

 


 

 

 

 

Görsel:  Güneş Engin

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.