Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Karlı bir gecede bir romanı uyandırmak



Toplam oy: 746
Hamdi Koç'un son romanı, Peyami Safa'nın edebi mirasına bir saygı duruşu olduğu kadar, onu aşan, zenginleştiren çok katmanlı bir okuma sunmasıyla okunmaya değer.

Hamdi Koç'un Yalnız Kaldınız, Peyami Bey! romanı uzun, karlı ve ölüm sessizliğinde bir geceyi alabildiğine uzatıyor. Bir romandan da bunu beklemez miyiz: Yani zamanı, mekanı, olayları genişletmesini, derinleştirmesini ve giriftleştirmesini. Hamdi Koç da bunu yapıyor; zamanın alabildiğine yavaşladığı karlı bir geceyi uzatmayı tercih ediyor Peyami Bey'de. Gözden düşmüş, depresif ve ümitsiz bir yazar olan kahramanımızın, bir kış gecesi, beklenmedik bir anda, bir sokakta ölesiye dövülmesiyle açılıyor gece. Yazarımızın başına aldığı darbelerin ardından, ölümle yaşam arasında, ne ölebildiği ne de dünyaya dönebildiği bir arafa, bir çeşit rüya mantığının hâkim olduğu ara bir âleme, namıdiğer Simeranya'ya ulanıyoruz.
Gece ilerledikçe, yazarımızı ölmekten kurtaranın Peyami Safa olduğunu, kendi biyografisini yazdırmak istediğini öğreniyoruz. Diğer yandan, beraberce, yazarımıza anlamsız gelen saldırının ve saldırganların peşine düşerek olanlara anlam vermeye çalışıyorlar. Bir süre sonra Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden Doktor Ramiz de katılıyor geceye. Farklı mizaçlara sahip bu üçlü arasındaki konuşmalar, derinliği, gerilimi ve lezzetiyle Terry Eagleton'ın Azizler ve Âlimler'ini hatırlatıyor.

 

 

 

Rüya mantığında psikolojik bir macera

 

Esasen Hamdi Koç'un romanının dikkat çekici yanı, rüya mantığının geçerli olduğu bu tuhaf koma halini bir atmosfere çevirmeyi başarması. Peyami Safa'nın yarattığı, hikaye ettiği bir evrende, uzun, karlı bir gecede, dünyanın işleyişinin silinip rüyanın egemenliğinin başladığı bir anlatı sarmalıyor okuru. Kahramanımız yazar da, biz okurlar gibi bu yeni Âlemi anlamaya çalışıyor. Kapılar, duvarlar, sınırlar, olaylar aniden değişebiliyor. Közde bırakılıp bir türlü kaynamayan kahve cezvesi, bu atmosferin leitmotif’i olarak öne çıkıyor. Bu değişime adapte olmaya çalışırken bir yandan Peyami Bey'i diğer yandan da yazarın başına gelenleri anlama süreci, geceyi alabildiğine uzatıyor. Böylelikle Hamdi Koç, okuru tedirgin, meraklı ve uyanık tutmayı başarıyor.

 


Romanın tümüne sinmiş bu uyku benzeri bulanık hal, yazarın komadan çıkmasının ardından da devam ediyor. Yazar, hastanede uyandıktan sonra da iyileşme ve evine dönme sürecinde, kendini uyku hapları ve sakinleştiricilere boğuyor. İntihara meyilli, depresif ve ümitsiz bir kahramandan başka türlüsü de beklenemezdi zaten. Buna rağmen, yazara yapılan saldırının nedensiz bir şiddet vakası değil de siyasi uçları olan bir kompo olduğunun anlaşıldığı bu bölüm, yeniden Simerenya'ya bağlanıyor. Nitekim, romanın üçüncü odak noktası da, Peyami Bey ile Doktor Ramiz arasındaki iktidar mücadelesi. Peyami Bey'in uzun ve karlı gecesinden rahatsız olan Doktor Ramiz, ilkbaharı getirmek için harekete geçiyor. Bu bakımdan romanın son çeyreği, siyasi bir alegori olarak da okunmaya çok müsait.  

 

Tüm bu yönleriyle Hamdi Koç'un son romanı, Peyami Safa'nın edebi mirasına bir saygı duruşu olduğu kadar, onu aşan, zenginleştiren çok katmanlı bir okuma sunmasıyla okunmaya değer.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Ethem Onur Bilgiç

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.