Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kayıt altına aldığımız sır: İçimizdeki öteki



Toplam oy: 925
Dana Spiotta
Everest Yayınları
Stone Arabia, külte dönüşemez; ama, bitirir bitirmez bir yakınınıza önereceğinize de adım kadar eminim.

Bir insanın sizin yanınızdayken kaybolmaya başlaması hakkında ne düşünüyorsunuz? Sessiz kalıp kalabalık içine sinmek ya da düşüncelerini / duygularını dile getirmeden bir hayal ürünü gibi ortalıkta olmayı kabullenmesinden, hatta böyle saklanmasından yahut herhangi bir hastalık nedeniyle yavaş yavaş erimesinden söz etmiyorum; çizgilerini kendi kendine silerek,  çizgilerini başka bir yere aktararak buharlaşmasına, sessizce koordinat ve dil değiştirmesine değiniyorum açık açık. İhtiyaçların belirlediği tercihler, mesela dinlediğiniz müzik türüne müdahale edebilir mi? Bir başkası olmak için göze alınanları kanıtlama değil, tersine, zaten eskiden olduğunuz hale yeniden kavuşma ritüeli sayılmaz mı bu kayboluş? 

 

Sıkılmak bir fiil olarak adlandırılmadan çok daha önceleri, sadece rivayetti. Evrimle ortaya çıkan mitolojik bir organdı aslında. Canlıya direksiyon işlevi üstlenmiş, onu yönlendirme konusunda çalışkan, olumlu bir organdı. Ortada yol ve yön kalmayınca köreldi ve anlam bozukluğuna uğradı. Sıkılmak, bir his gibi gelişti sonraları; paranoya ile tanıştı ve çağdaş bir davranış biçimi, kültür seviyesiyle ilişkili bir ifadeye dönüştü. Sıkılmak üzerine araştırmalar yapıldı, tezler üretildi, boş zaman sosyolojisi başlığı altında iddialar ortaya atıldı. Johan Huizinga, Homo Faber (yapımcı insan), Homo Sapiens (düşünür insan) kavramlarının yanına Homo Ludens’i (oyuncu insan) koyarak hayvanlar ve çocuklara özgü, salt özgürlüğün hakim olduğu, koşulsuz ve iradeye bağlı oyun üzerine ömür tüketti. Kurumsallaşmamış, böylelikle yetişkinlerin sadece boş vakit eğlencesi olarak hor gördüğü oyunlar iptal edilip insan(lığ)ın çıkış kapısı sonsuza dek kapatılırken sıkılmak ve kayboluş iki ölümsüz nöbetçi olarak o geçişin önüne dikildi. Savaş, politika, medya, hukuk, din kurumsallaşan oyunlardı ve arkaik / ilkel toplumlarda şiirin, müziğin, sahne ve plastik kökenli sanatların, felsefenin gelişmesinde öncüllük görevi üstlenen oyun adeta lanetlenerek canlıdan uzaklaştırıldı, sürgüne gönderildi.

 

 

 

İzlemek ve olağanlaştırılmış ortak tepkiler vermek kaldı insana: Televizyonda gördüğümüz en vahşi haberlere, üst üste binmiş bilgi geçişlerine, akan alt yazı bantlarına belli ölçüde, sınırlı bir dilimde şaşkınlıkla bakmak. Kaçırılanlara, tecavüz edilenlere, öldürülenlere, tuhaf kazalara, yalan ve riya üzerine iktidar kurmuş yöneticilere, gücün ahtapotuna bakma ruhsatı. Oyunsuz yaşamak ıstırabını fark edememekle cezalandırılan bir varlık. Doğasının dışında bir hayat sürdürme çırpınışındaki zavallı. Ruhsal acının aurası.

 

Bir insanın bu denli gelişmiş bir beyin taşımasına karşın neden hiç bebeklik anısına sahip olmadığı hususunda ne düşünüyorsunuz? 

 

Yanıtı basit: Dillenmek, yürümek, büyük bir töreyi andıran eğitim zincirinden geçmek, ödülsüz oyunlardan hızla uzaklaştırılmak, bir rol model olarak dayatılmış cinsiyet ve kazandırılmış statü ile kuşatılmak, kolay entegrasyonunuz için lüzumlu hatıraların yeterliliği ile avunmak yapı taşlarınızı yerinden oynatmıştır da ondan. 

 

 

Belgelenen hayat – kurgulanmış senaryo

 

 

 

Büyük yalanı ortaya çıkartma şansınızı değerlendirmeniz için Dana Spiotta, Stone Arabia adlı bir roman yazmış. Kendinden birkaç yaş büyük abisi, serbest yetişen kızı, seyrini doğal akışına bıraktığı ilişkisi ile hepimizin olmayı özleyeceği bir kadının farkındalık hikyesi. Abinin tüm hayatı boyunca biriktirerek oluşturduğu özel oyunlar, düşler, yanıltmacalar, güzel çarpıtmalardan oluşan devasa malzeme, müziğin içinde kendi çatısını kuruyor. Belgelenen bir hayat mı daha doğrudur yahut öyle yaşanması gerekirdi diyerek kurgulanmış bir senaryo mu? Sonunda kaybolup giden biri olacak mıdır yahut birinin-birilerinin kaybolup gitmesi neleri değiştirebilir? 

 

Başkası için yaşamak değil, sizin tarafınızdan seçilmiş başkalarıyla yaşayabilmenin renkliliği; herkesin oyun taşıyan bir gizemi olduğunu sevinerek anlamak: Stone Arabia, dış dünya ile irtibatı kesmeden, ondan çokça yaralanaraktan da bir uyanış, belki de bile bile uykuya dalış romanı. 

 (Son olarak bir de klasik eleştiri notu: Yormayan çevirisi, Türkçe bilseydi mutlaka yazarını memnun ederdi. Okunurken bunca akıcı olmasının sebebi “acaba bildiklerimle mi karşılaşıyorum” kuşkusu doğurup sizi tedirgin etse de tam da direniş döneminde böyle bir kişisel sıkıntıya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Stone Arabia, külte dönüşemez; ama, bitirir bitirmez bir yakınınıza önereceğinize de adım kadar eminim.) 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.