Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Londra bombalanırken kurulan hayaller



Toplam oy: 1224
George Orwell
Sel Yayıncılık
Hem ideolojilerin altını oyan, resmi ideolojinin dilini sorgulatan hem de bir siyasetçi gibi önümüze bir ideolojik program koyan bir yazar Orwell.

Resmi ideoloji demeye bayılıyoruz. Lakin resmi ideoloji, büyük ölçüde edebiyat ve tarihyazımı demek; biz ise siyasetçilerin kürsülerde verdiği vaazlardan ibaretmiş gibi davranıyoruz. Resmi ideolojinin kutsal bir önem atfettiğimiz sanatlar ve bilimler alanında üretildiği gerçeğini es geçiyoruz. Onu toplumun en “ileri” kesimleri üretiyor: Aydınlar. Devletten ve yaptıklarından hoşlanmayan bizler, devlet ideolojisinin taşlarını döşeyen kişilerin yazarlar, bilim insanları ve düşünürler olduğunu bir türlü kabullenemiyoruz. Onun altını oyamamamız da belki bu yüzden.

 

George Orwell’in yazdıkları bu körlüğümüze bir nebze olsun son verebilir. Neden Yazıyorum’da siyasi dilin yalanları gerçek, cinayetleri saygın göstermek için yaratıldığını söylüyor Orwell. 1984‘ün “Gerçek Bakanlığı”, hakikati yaratmak ve yaşanan gündelik gerçekleri tahrif etmek için kurulmuştu: Bunu mümkün olan en ileri teknikleri kullanarak yapıyordu. Kitaplar, gazeteler, felsefi risaleler büyük ölçüde devletin suçlarını gizleme işini görüyordu. Neden Yazıyorum’da bu tür “gerçek bakanlıkları”nın nasıl kurulabildiğini idrak etmemizi sağlayan pek çok bölüm var. Siyasi dil, “Onları astık çünkü ilerleme için bu gerekiyordu,” cümlesini nasıl bize kabul ettirir, bunu öğreniyoruz. “Şunları yaktık çünkü ilerleme için gerekli olan buydu,” diyen tarihçileri niçin sorgulamayız, bunu merak etmeye başlıyoruz. “Bunları hapse attık çünkü ilerlemenin felsefesini anlamayan reaksiyonerlerdi,” lafını neden hayatımız boyunca papağan gibi tekrar etmeyi kabul ettiğimizi kurcalamaya koyuluyoruz.

 

Neden Yazıyorum’un en güzel bölümlerinden biri, bir idam sahnesini anlatıyor. Britanya askerlerinin Hindistanlılara uygarlığın güzelliklerini dokuz kamçılı kırbaçlar aracılığıyla öğrettikleri günler. Orwell, British Imperial Police servisinde çalışıyor lakin gizliden gizliye solcu fikirlere sahip. “Bir Fil Vurmak”ta anlattığı Hindistan deneyimi, solculukla çağdaşlık savunucusu olmanın bambaşka iki konu olduğunu öğretmiş ona. Çağdaşlığı savunan Britanya ordusuna göre Hindistanlılar pis, kalın kafalı, aydınlatılması gereken insan yığınları. Et yemiyor, onlar gibi giyinmeyi reddiyor, laftan anlamıyorlar.

 

 

Orwell fevkalade hünerli bir muhabir. İdam sahnesini tarif ederken en vurucu detayı bulup önünüze koyuveriyor. Hazırlıklar son aşamasındayken bir köpek beliriyor. Koşturuyor, bir sürü insanı bir arada görmekten mutlu bir halde, idam edilecek adamın üzerine atlıyor. Yüzünü yalamaya çalışıyor. Köpeği başlarından savsalar da yeniden geliyor. Bir türlü dinmeyen bir vicdan azabı gibi çevreden yükselen sesini kesmeyi başaramıyorlar. O anda Orwell bize insanı mahveden bir içgörü sunuyor. Sağlıklı bir insanı öldürmenin tuhaflığına dair bir his bu. Bir hayatı yarıda kesmenin gizeminden, bunun ifade edilmesi imkansız “yanlışlığı”ndan bahsediyor. Adamın vücudundaki bütün organlar işlevlerini yerine getirir, bağırsakları yemeği hazmeder, derisi kendini yeniler, tırnakları uzarken bir hayata son vermek ne anlama gelir? Orwell bu noktada kendini idam mahkumunun yerine koyup ölümünden birkaç saniye evvel hissedip gördüklerini hayal ediyor. Adamın boynu kırıldığında bu dünyadan bir akıl, bir dünya eksildi diyor. Bu kısa eskiz, askerlerin cesedin birkaç metre ilerisinde bir espriye kahkahalarla gülmeleriyle son buluyor. Orwell mağdurla özdeşleşmenin nasıl bir şey olduğunu gösteriyor bize: Çağdaşlaşma adına kurulan mahkemelere, ilerleme adına işlenen cinayetlere bakıp hep maktulle özdeşleşmek üzere eğitilmiş olanlar için çarpıcı bir deneyim bu.

 

 

Çelişkilerle malul bir yazar

Kitaba adını veren “Neden Yazıyorum” başlıklı makalede insanı yazmaya iten şeyin tam da Burma’da yaşadığına benzeyen bir hakikati dillendirme tutkusu olduğunu söylüyor Orwell. Lakin dile odaklanan (ve bu seçmede yer almayan) ünlü “Siyaset ve İngiliz Dili” başlıklı makalede, hakikati ifade ederken bunu mümkün olduğunca net bir biçimde yapmak gerektiğini de yazmış. Victoria döneminin tumturaklı bir üsluba sahip denemecilik geleneğinin aksine, bir makalede lüzumsuz tek bir kelime dahi olmamasını, hiçbir yabancı sözcük kullanılmamasını, retorik oyunlarla anlamın bulandırılmamasını salık veriyor. Hepsinden önemlisi, içinde hayatiyet ve kişisellik barındırmayan klişelerin kullanılmamasını rica ediyor.

 

 

 

 

Neden Yazıyorum’un en uzun bölümü, Orwell’in hayatta en çok ilgisini çeken konu olması muhtemel “devrim” hakkında. Nasyonel sosyalist Hitler’in savaş uçakları Londra’yı bombalarken yazdığı makalede, insanları kızdırmak pahasına, kimi Britanyalı sosyalistlerin gizliden gizliye Nazilerden hoşlandıklarını ifşa ediyor. “İki olumsuzluktan olumlu bir şey çıkabilir,” şeklinde özetlenebilecek bu nihilist bakışa göre İngiliz parlamenter demokrasisi ve Alman faşist otoriteryanizmi arasında fark yok: birbirlerini yok ettikleri an yeni bir düzen kurulabilecek. Mamafih, Orwell demokrasiyi bu kadar kolay feda etmeye razı değil. Savaşın bir imkan olduğunu, insanlar arasında bir dayanışma ruhu yarattığını, bir diktatörün mezalimleri karşısında harekete geçip bu kardeşlik ruhuyla ülkede bir dönüşüm gerçekleştirilebileceğini düşünüyor. Orwell’in bu makaledeki öngörülerinden bazıları gerçekleşmiş durumda: Ken Loach’ın ’45 Ruhu isimli yeni filminde hatırlattığı üzere, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde yaşanan dayanışma ruhu, sağlık hizmetlerinin yalnızca ayrıcalıklı sınıflara değil tüm halka ulaşmasını, pek çok sektörde çalışanların haklarının iş verenlerin ayrıcalıklarının önüne geçmesini sağladı. Ancak Orwell’in Rolls-Royce’larıyla gezen fino köpekli kokoş kadınlar şeklinde karikatürleştirdiği zengin sınıfların ortadan kalkmasının, Londra’nın bombalarla titreyen sığnaklarında gördüğü bir düşten ibaret olduğunu 2013 yılında yaşayan bizler çok iyi biliyoruz.

 

Zaten bu makaleyi okurken insan kendini Orwell’in ne kadar çelişkilerle malul bir yazar olduğunu düşünürken buluyor. Hem ideolojilerin altını oyan, resmi ideolojinin dilini sorgulatan hem de bir siyasetçi gibi önümüze bir ideolojik program koyan bir yazar o. Hem sömürgeciliğin azılı bir düşmanı hem de bizzat polis kuvvetlerinde sömürgeciliğe hizmet etmiş biri. Hem sosyalizmin en parlak denemecilerinden hem de solun karanlık yanlarını ortaya çıkarmasıyla sağ düşünceyi kendine minnettar bırakmış bir düşünür. Neden yazdığını anlatan bu kitabı okurken, insan şöyle düşünmeden edemiyor: neden yazmışsa yazmış ama George Orwell iyi ki yazmış.

 

 

Görseller: Selman Hoşgör ve Édouard Manet

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.