Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Meksika pembesi



Toplam oy: 292
Laia Jufresa // Çev. Nazlı Çiğdem Sağdıç Pilcz
Alabanda
Umami’de merkezde yer alan birkaç olay var ama yazarın asıl tercihi, karakterlerde odaklanmak. Okur, diyaloglar ve monologlar aracılığıyla karakterlerle öylesine yakınlaşıyor ki onların birer kurgu olduğu gerçeğinden uzaklaşıp, karakterlerle birlikte anlatılanlara dahil olabiliyor.

"Umami," dilimizin algıladığı beşinci tat anlamına geliyor; tatlı, acı, tuzlu ve ekşiden oluşan yaygın tat algısının dışında bir kavram. Batı tarafından hayli geç keşfedilen ve Japoncada "lezzetli" anlamına gelen bu sözcüğün İngilizce karşılığıysa "savory," iştah açıcı.

 

Umami, Meksika asıllı Laia Jufresa’nın ilk romanı. Romanda, 2000 ile 2004 yıllarını kapsayan dönem içerisinde yaşananlar, çizgisel olmayan bir akış içinde anlatılıyor. Bir yakınlarını kaybeden karakterlerin (karısını, kardeşini, evladını...) ortak özelliği, bu kayıpların yarattığın süreçle mücadele edememesi, daimi bir suçlu arayışı ve aslında herkesin kendini suçlaması. Diğer bir deyişle bu karakterlerin hayatlarında umami yok; Çan Sitesi’nde, birbirinden lezzetsiz hayatlarına devam ediyorlar...

 

Umami’de anlatıcımız, çoğunlukla Ana; bazı bölümlerde Alfonso, Pina ve Marina da konuk anlatıcılar olarak araya giriyor. 12 yaşında bir kız çocuğu olan Ana, ailesiyle birlikte Mexico City’deki Çan Sitesi’nde, her birinin kendine özgü tuhaf hikayeleri olan komşularıyla birlikte yaşıyor. Bir çocuğun gözünden olanları okurken roman, okuruna, yetişkinler dünyasından aldıkları bilgilerin, gördüklerinin ve duyduklarının çocuklara nasıl yansıdıklarını da inceleme imkanı sunuyor. Ana’nın kardeşi Luz, çocukluk döneminde gölde boğularak hayatını kaybediyor. Bu kayıp, Ana’nın hayatının bu olaydan sonraki seyrini geri döndürülemez şekilde değiştiriyor. Kardeşinin boğulmasıyla birlikte hem kardeşini hem de annesini yitirmiş oluyor; annesi, Luz’u kurtaramayan kişi olmaya saplanıp kalmış durumda. Ana da çare olarak Agatha Christie’nin hayali dünyalarına yolculuğa çıkıyor. Gerçek dünya ve orada olanlar, daha 12 yaşındayken bile yeterince canını sıkıyor zira. Hayatta aradığı umamiyi kitaplarda buluyor.

 

Ana’nın annesi Linda, Luz’un gölde boğulmasının ardından aklına yerleşen ve içini kemiren soruya kabul edilebilir bir cevap bulmaya çalışıyor; yüzme bilen biri nasıl olur da gölde boğulabilir? Cevap yok. Alf, karısının bir anda onu ve hayatı terk ederek ölmesini anlamaya çalışıyor; “Hayatımın umamisi yokken yaşamaya nasıl devam edeceğim?” Verecek bir cevabı ise yok.

 

 

Kısa ama derin

 

Umami tadını temsil eden yiyecekler, muhakkak glutamat içermelidir; glutamat içermeyenler umami tadını temsil edemezler. Kadınlar, belli bir yaştan sonra muhakkak çocuk sahibi olmayı istemelidirler. Noelia gibi bu istekten uzak olanlar, kadınlığı temsil edemezler. Bütün anneler, evlatlarını her türlü kötü şeyden korumalıdırlar. Linda gibi, çocuğunu ölümden koruyamayan anneler, huzuru hak ekmezler. Kitaptaki her karakter umamiyle ve onun temsil ettikleriyle ilişki içerisinde; herkesten beklenen şeyler var, gerçekleşmediğinde insanın yakasını bırakmayan şeyler... Alfonso’nun karısı Noelia, kapana kısılmışlığı anlatırken aslında hepimizin hissettiği içinden çıkılmaz ikilemlerin etkilerini sorguluyor: “İnsan olmanın temel iki şartı bulunur, evlat ve ebeveyn olmak. Ben, bu koşullardan yalnız birini deneyimlemeyi seçiyorum. Peki bu bir anlamda yalnız yarısını seçiyorum mu demek oluyor? Eğer her iki koşulu da sağlıyorsan bu bir nevi iki kimliğe sahip olmak gibi, kız evlat ve anne. Ben yalnız birini seçiyorum o kadar; tek bir kimliğin kendi içinde bir tutarlılığı var; fakat başkaları böyle düşünmüyor. Eğer bu kimliklerden yalnızca birine sahipsen diğerleri seni birden az insanmışsın gibi görüyor… Eğer bu kimliklerden yalnızca birine sahipsen, yalnızca kadınsan, insan olma şartının yarısını yerine getirmediğin varsayılıyor veya kadın olma şartı da diyebiliriz. Anlatmak istediğim şey; yani çok saçma değil mi? Yalnız birine sahipsen yarımsın.”

 

Umami’de merkezde yer alan birkaç olay var ama yazarın asıl tercihi, karakterlerde odaklanmak. Okur, diyaloglar ve monologlar aracılığıyla karakterlerle öylesine yakınlaşıyor ki onların birer kurgu olduğu gerçeğinden uzaklaşıp karakterlerle birlikte anlatılanlara dahil olabiliyor. Kitapta odağa alınan tüm karakterler ve bu karakterin yaşamlarının tamamına melankoli hâkim: Kimse, yaşadıklarını neden yaşadığını anlayabilmiş değil. Ancak bu melankoliye öylesine güçlü bir kabulleniş eşlik ediyor ki, kimse aklındaki soruların peşinden gitmeyi düşünmüyor. Sorular, yağmurdan önce biriken bulutlar gibi, hayatlarının çevresinde asılı kalıyor. Karakterler, hiçbir zaman büyük bir şans yakalayamamış gibi, yavan ve sıradan hayatlarını sürdürmek onlara ağır geliyor.

 

Ana sayesinde, hayal dünyalarının ve orada geçirdiğimiz zamanın (kendimizin ya da bir yazarın hayal dünyası olabilir) bizim için, bu dünyada yaşanan şeylerin yarattığı sarsıntılardan korunmak amacıyla sığındığımız bir mağara olduğunu anımsıyoruz. Umami, toplumun bireyden beklentileri ve bu beklentiler nedeniyle oluşan mutsuzluklar üzerine kısa ama derin bir anlatı.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Nora Yeksek

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.