Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Nefesi yetmeyen öyküler!



Toplam oy: 1469
Gökhan Yılmaz
Yapı Kredi Yayınları
Zeki ve komik olduğunu düşünen, dille veya kurguyla oynayan, hikayesi eksik, nefesi derdini anlatmaya yetmeyen öyküler. Ama bir o kadar da çağın ruhuna uygun ve popüler.

Zerdüşt elinde fenerle Taksim’de bir kitapçıya girer ve “Edebiyat öldü, onu siz öldürdünüz,” diye bağırır. Bugün, İstanbul’da yaşayan bir Nietzsche’miz olsaydı, böyle yazardı muhtemelen. Nietzsche tüm değerlerin değersizleştiğini söylerken 1800’lerin Avrupa’sından bahsediyordu. Biz de 2000’lerin edebiyatından bahsedeceksek, düşünmemiz gereken en önemli kavramlardan biri devalüasyondur. Postmodern edebiyatın tedavüle girmesiyle de, edebi türlerin klasik sözlük tanımlarını yapmak bile neredeyse imkansız hale geldi. Bu sayede içinde hikaye olmayan öykülerimiz bile olabiliyor mesela. Tamamen yazarın insafına kalmış durumdayız.

 

Bunları bana düşündüren, Gökhan Yılmaz’ın ikinci öykü kitabı İkiye Kadar Sayamamak. İlk kitabı Biraz Kuşlar, Azıcık Allah’la birlikte değerlendirdiğimizde, yazarın öykü dünyasına dair öne çıkan bazı unsurlara rastlıyoruz. Bunlardan ilki dil oyunları/kelime şakaları. Bunlar öyküye derinlik, zenginlik ve humor katabilir. Ancak hikaye anlatmayı bırakıp yalnızca dil oyunlarından ve kelime şakalarından müteşekkil metinler ortaya çıkarmak, hem o metinlere öykü demeyi zorlaştırıyor hem de tüm edebi varlığını bu oyunlar üzerine kurup zeka gösterisi yapmak, arkada akan güzel bir hikaye olmadığında sahih okuru kendinden uzaklaştırıyor. Örneğin “hurda lan bu!” öyküsü, tamamen dil oyunlarından müteşekkil, içbükey bir metin: “Ah sevgilin, neden bu kadar salak olduğun konusunda fikrin olsaydım seni bağışlardım vakıf. Beni bir kere öpebilmek için ayküğya ihtiyacın yok ama. Modern bir ki hüç TIP. Çünkü dudakların doğuştan eğitimli bir kırmızıdır. Şehveti kendinden menkul. Kıymetler borsası açısından bakıl bana biraz. Bana biraz menkul açılardan yaklaş.”

Eksiltili dil ise Gökhan Yılmaz’ın bir diğer özelliği: Tamamlanmamış, kesik, eksik cümleler. Pavese, “Günleri değil anları hatırlarız,” diyordu. Anlatının böyle anlara bölünmesi, dilin de eksik ve fragmental olmasına neden oluyor. Bilinç akışını sık sık kullanan biri için oldukça anlaşılabilir bir tercih. Ayrıca, bu eksiltili cümlelerde, heyecanla yetişkinlere bir şeyler anlatmaya çalışan ufak çocukların kesik diline benzer bir naiflik mevcut.  Fakat bu naiflik, kaotik  bir dünya algısına sahip gibi görünen yazarın elinde dağınık, odaklanamayan, daldan dala atlayan metinlere dönüşebiliyor. Haliyle okur, yazarın bilincinin içinde oradan oraya sürüklenip duruyor. “altyası-haltyazı” öyküsünden bir paragraf bahsettiğimiz durumu somutlaştıracaktır: “Dua katılmak elimi havada. Kimse yoktu. Dua istemesi için elimde. Hiç kimse yoktu. Bile kimse için. Annem duaya katılması.

 

Babam ayakkabı gitmiş. Kimse yoktu. Kuşlara ölüm istemez. Kimse olmasın için. Ama kuşu korudun. Teşekkür ederim. Allah bana şişe var. Yazılı Allah. İyileştim için. Teşekkür için uygun Allah. Kimse olmasın Allah. Sevmesi için sevdim Allah. Kimsem için olmasın Allah.” Bu da bizi, Gökhan Yılmaz’ın –ve hatta koca bir modern edebiyatın– bir diğer özelliğine getiriyor: Ben merkezlilik. Kendi bilincinin içine hapsolmuş, sürekli kendini kurcalayarak ordan malzeme çıkaran yazarların metinleri, haliyle fazlasıyla kendi üstüne örtük ve otobiyografik oluyor. Yazarın sık sık kullandığı temalardan da anlaşılıyor bu durum: Anne-oğul ve baba-oğul hesaplaşmaları, kadın saçı imgesi odaklı bir kadın-erkek ilişkisi ve kuş imgesiyle örülü bir ben algısı. İkiye Kadar Sayamamak’ta karşımıza sağlam hikayelerden ziyade, bu ilişkiler üzerine otobiyografik denemeler çıkıyor. Belki de bunu fark eden Gökhan Yılmaz, dil oyunlarıyla ve kelime şakalarıyla durumu bertaraf etmeye çalışıyor fakat bu sefer de orantısız şakaya maruz kalıyoruz.

 

 

Çağın ruhuna uygun

 

Yine de, kitapta iyi kotarılmış öyküler mevcut: “ölyatağı”, “riyaziye” ve “konu: komşu”. “tanışış”taki sarhoş konuşması ise çok iyi. Postmodern yazarın can simidi üst kurmacaya başarılı bir örnek olan “ben küçükke n negatif tam sayı olm. üz.” öyküsü ise, “Süre sığırlaması yoktur,” gibi sığ bir şakayla biterek, bu yazı boyunca bahsettiğimiz durumu özetliyor.
Gökhan Yılmaz özelinde, edebiyat dergilerini, fanzinleri, blogları ve internet sözlüklerini okuyan bir zamane Nietzsche’si, edebiyattaki bu devalüasyonu hayretle teşhis edecektir. Ağlayabilir bile. Sürekli kendinden bahseden, zeki ve komik olduğunu düşünen, dille veya kurguyla oynayan, çoğu zaman hikayesi eksik, derdini anlatmaya nefesi yetmeyen öyküler. Ama bir o kadar da çağın ruhuna uygun ve popüler. Nietzsche bu devalüasyondan, “üst insan”ların çıkacağını ve yeni değerler inşa edeceğini söylüyordu. Acaba Gökhan Yılmaz bizim üst insanımız mı?

Yorumlar

Yorum Gönder


ben hüseyin bahar ne içtiyse ondan istiyorum. eleştiriyi öldürdün hüseyincim tamam ama bu dille mi, bu karmaşayla mı, bu anlatım bozukluğuyla mı, bu ellerle mi ha bu ellerle mi?

40%
60%

Merhaba,

Eleştirdiğiniz içerikle, sizin içeriğiniz örtüşüyor. Anlam bulamadığınız yazıyı "edebiyat öldü!" gibi klişe bir kalıba yerleştiriyor, günümüzün anlam zenginliğine ihtiyaç duyan kitlesine, basitliğin çaresizliğinden çıkan eleştirinizle cevap veremiyorsunuz. Anlam bulamamanızın nedenini, neden bu kadar basit bir bakış açısına sahip olduğunuzu sorgulayarak başlamanızı tavsiye eder, yeterli bir birikim ve bilgiye sahip olduktan sonra kitabı tekrar okumanızı öneririm. Bence Eleştiri Öldü! çünkü eleştirmek anlamadım ben hikayeyi hem de hikayeye benzemiyor hiç demek değil...

Teşekkürler, Hüseyin Bahar

41%
59%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.