Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Savaşın çürüttüğü



Toplam oy: 1089
John Roderigo Dos Passos
İş Bankası Kültür Yayınları

İş Bankası Kültür Yayınları John Dos Passos’un A.B.D. üçlemesine devam ediyor. Üçlemein ilki 42. Paralel 2011’de yayımlanmıştı. Geçtiğimiz günlerde okuyucuyla buluşan 1919, üçlemenin ikinci kitabı. A.B.D. üçlemesi önümüzdeki yıl hazırlanacak Büyük Para ile tamamlanacak.

A.B.D. üçlemesi Türkçeye 1980’li yılların başında çevrilmişti. Çok sayıda romanı bulunan Passos’un Türkçeleştirilmiş üç romanı daha var; Önemli Adam (Varlık yayınları, 1962), Manhattan Transfer (Gün yayınları, 1968) ve Üç Asker (Hür yayın, 1981). Ancak Passos Amerikalı diğer yazarlar –mesela London, Hemingway, Steinbeck, Faulkner, hatta Caldwell- kadar okunmadı ya da benimsenmedi ülkemizde. Bunun nedenleri Passos’un 1940’lardan sonra değişen dünya görüşünün yazar hakkında bir önyargı yaratmasında ve romana getirdiği yeniliklerin Türkiyeli okurun okuma alışkanlıklarına hitap etmemesinde aranabilir.  Nedeni ne olursa olsun Dos Passos yeterince tanınmıyor. Oysa A.B.D. üçlemesi gerek biçim gerek içerik anlamında hem önemli hem güncelliğini hala koruyan bir yapıt.

 

 

 

Kapitalizm Yükselirken

 

 

 

John Rodrigo Dos Passos, 1896 yılında ABD’nin Chicago kentinde doğdu ama çocukluğu ve öğrencilik yılları New York’ta geçti. Üniversiteyi Harvard’da tamamladıktan sonra I. Dünya Savaşı'na katılan ve cephe dönüşü gazeteciliğe başlayan Passos, o yıllarda sol görüşleri benimsemiş, Sacco ve Vanzeti davasında sendikacıların asılmaması için yoğun çaba göstermişti.

 

1937 yılında gazeteci kimliği ile İspanya iç savaşındaydı. Edebiyat hayatı I. Dünya Savaşı ertesinde bu savaşı konu edinen One Man’s Inıtation (1920) ve Three Soldiers (1921) romanlarıyla başlayan Passos, asıl ününü Manhattan Transfer (1925) ve A.B.D. adını verdiği -42. Paralel (1930), 1919 (1932) ve Büyük Para (1936)- üçlemesi ile yaptı.

 

 

 

 

 

 

 

II. Dünya Savaşı'nda yine savaş muabiriydi. Ancak ilk savaşın tersine, II. Dünya Savaşı'ndan sonra yazdıkları her açıdan tam bir düş kırıklığıydı.  District of Colombia (1952) adlı üçlemesinde Amerikan milliyetçiliğini savunan görüşlere yer vermiş, bir sonraki savaşta -Vietnam'da- A.B.D. siyasetini destekleyen faşizan bir tavır sergilemişti. 1970 yılında Baltimor’da öldüğünde edebiyat dünyasının nerdeyse unuttuğu bir isimdi Passos…


Pek çok insan tipi çıkar karşımıza, ancak hiçbiri anladığımız anlamda roman kahramanı sayılmaz. Fanny, J. Ward Moorehouse, Eleanor Stottard, Janey Williams ve Charley Anderson gibi roman kişilerinden pek azı A.B.D.'nin ikinci kitabı 1919'da varlıklarını koruyabilecektir. 1919'un zamanı I. Dünya Savaşı yıllarıdır. İlk romanda sanayi çevrelerinin hırsını va açgözlülüğünü simgeleyen J. Ward Moorehouse öne çıkmıştı. 1919'un başrolünde bir kaybeden var; Joe Williams. Hayata tutunmak için oradan oraya sürüklenen, bulduğu her işi deneyen, bir türlü işleri rast gitmeyen Joe, kapitalizmin vahşi yüzünün kurbanıdır. Sadece Joe değil; daha iyi bir yaşam düşleyen, bunun için mücadele eden işçiler, sendikacılar, komünistler, aydınlar da aynı çarklarda öğütülecektir. Bu kapitalizmin, kapitalizme birlikte -savaşın yıkıntılarıyla acıları üzerinde, zafer kazanmış, daha doyumsuz, daha maddeci, bir öncekine oranla her türlü manevi değerden yoksun, dolayısıyla da körü körüne ölüme yazgılı bir kuşağın yükseliş hikayesidir.

Hemingway, Faulkner, Steinbeck gibi Dos Passos da 'Yitik Kuşak'tandı. 'Amerikan Rüyası'nın gerçekleşmediğini, kendilerine verilen sözlerin tutulmadığı gören ve bunun acısını duyan çağdaşları gibi o da ABD’nin bu bunalım döneminde ortaya çıkan kirli yüzünü işlemiştir. Başlangıçtaki düşler kararmış, ayakta kalan güçlüler olmuş, insan hayatları oradan oraya gelişigüzel savrulmaya başlamıştır. Çok serttir Pasos’un anlatısı; neredeyse 'iyi'lik ortadan tamamiyle kalkmış, eşkiya dünyaya hükümdar olmuştur. Böyle bir dünyada ne dostluk vardır ne de aşk.  Mutlu insanlara, demokrasiye duyulan inanca, fırsat eşitliğine, dostluk, kardeşlik ve özgürlüğe bilinçli bir biçimde yer vermez yazar.

Manhattan Transfer'de roman kahramanı olarak NewYork kentini kullanan yazar A.B.D. üçlemesinde baş karakter olarak ABD’yi seçer. Çünkü Passos’a göre; “A.B.D. kıtanın bir dilimidir. A.B.D. bir holding şirketliler grubu, sendikalar topluluğu, deri ciltli yasalar dizisi, radyo ağı, sinemalar zinciri, kara tahtaya telgraf dağıtıcısı delikanlının silip yazdığı hisse senedi fiyatları sütunu, kıyılarındaki boşluklara kurşun kalemle gelişigüzel reddiyeler çiziktirilmiş, sayfaları kıvrık tarih kitaplarıyla dolu genel kitaplıklardır."

 

 

Yeni Bir Dünya, Yeni Bir Roman

 

 

Üç cilt boyunca tek bir hikaye anlatılmaz A.B.D.'de; kahraman, daha doğrusu çizilen karakter sayısı ise o güne dek hiç bir romanda karşılaşılmayacak kadar çoktur (bunda Passos’un çocukluğundan başlayarak gezgin bir hayat sürdürmesinin etkisi olduğu söylenebilir).  Balzac’ın İnsanlık Komedyası'nda, Tolstoy’un Savaş ve Barış'ında, Pasternak’ın Doktor Jivago'sunda ya da Solohov’un Durgun Don'unda da yüzlerce insan portresi ile karşılaşmıştık, ne var ki onların romanlarındaki karakterler -her zaman kesişmeseler bile- ortak bir tarihsel akış içerisinde bir araya gelebiliyorlardı. Passos bilinçli bir biçimde ayrık kuruyor kişilerin kaderlerini; bazen aynı mekanda, bir caddede, bir restorantta karşılaşsalar da öylece geçip gidiyorlar. Kimi sanatçı, kimi devrimci veya işçi, işveren, gözü yükseklerde bir kadın... Ne ortak bir duyguları, ne de birlikte kurabilecekleri bir yarınları var; zenginler ve yoksullar biçiminde ayrılan iki farklı ABD’yi sergiliyen yazar, I. Dünya Savaşı'ndan başlayıp 1930’lara kadar geçen bir süreyi hemen her yanı ile yakalamaya çalışan üç ciltlik romanında, bu parçalanmışlığı yepyeni bir roman tekniği ile aşmaya çalışıyor.

Manhattan Transfer ile başlayan biçimsel denemesinde çok sayıda anlatım tekniğini yan yana getirir Passos: Dönemin gazete haberlerini kullanır, ABD'nin simgeleşmiş kişilerinin hayatları hakkında bilgiler verir ve bir ucundan hayata tutunmaya ya da daha doğru ifade ile hayatta kalmaya çalışan onlarca insanın kesişen hikayelerini anlatır. 'Haber film' bölümündeki çağdaş gazete başlıkları, popüler şarkılar ve 'biyografiler' romana belgesellik katarken 'Sine göz' adını verdiği bölümlere olaylara öznel bir açılım getiren şiirsel metinler kullanmıştır. Bu bölümlerde bilinçakışı tekniği girer işin içine. Bazı bölümlerde birinci tekil, bazısında üçücü tekil şahıs bakış açsını kullanır.

Bütün bunların kes-yapıştır tarzında bir araya getirilmesi ile tamamlanan metin, parçalı anlatım tekniğine uygun bir içeriği; ABD toplumundaki insanların makinalaşmış, duygularını yitirmiş, işlevsizleşmiş ve psikolojik açıdan çökmüş hayatlarını anlatır. Tekniği böylesine zorlandığı bir başka roman adı gelmiyor aklıma. Belki de bu katı biçim denemesi ile bir başka içerik yazılmasının mümkün olamayacağından, belki de bir başka ülkedeki parçalanmışlığın bu denli korkunç olmadığından. Ancak tümü ile değilse de bazı biçimlerin tekrarlandığını, Türk edebiyatına da Atilla İlhan’ın romanları ile aktarıldığını söyleyebiliriz.

Hepsini bi kenara bırakalım; üçlemeyi bitirdiğinizde A.B.D.'nin savaşa karşı bir çığlık ve bir 'uygarlık' eleştirisi olduğunu hissedeceksiniz. Kapitalizmin doğal sonucu olan savaş toplumun ve çürüme nedenidir. Passos’a göre uygarlık 'bariz bir utanç yapılanmasıdır ve savaş onun tökezlemesi değil, tersine en eksiksiz ve dolgun ifadesidir, savaş hayal ürünü bir pazardan yararlanmak uğruna delikanlıların gencecik bedenlerini kurban eden, vahşet ölçüsünde çıldırmış uygarlığın son atağıdır'..

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.