Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Savaşın gölgesinde terleyen aile



Toplam oy: 1126
Melinda Nadj Abonji
Ayrıntı Yayınları
Melinda Nadj Abonji, Güvercinler Havalanırken'de fazla duygusallaşmadan ne demek istiyorsa onu cümlelerine yansıtıyor ve diğer yandan, sağlam gözlemlere dayanan bir anlatıma yöneliyor.

"Hiçbir yerde kök salmak istemiyorum", çok yakın bir arkadaşımın ağzına uzun yıllar sakız olmuş bir laftı. Bunun hakkını verdi; önce Yunanistan'a oradan da dünyanın öbür ucundaki Yeni Zelanda'ya göçtü. Beş senelik yerleşiklikten sonra bildiğim kadarıyla yine rahat durmuyor. Anlayacağınız yeni bir ülke arayışında.

 

Göçün böylesi tadından yenmiyor ama bir de zorunlu olanı var ki isteseniz de kök salmanıza izin vermiyor. Hatta var olan kökten, bağlarınızdan ve belki de gerçek kişiliğinizden uzaklaşma gibi dertlere yol açıyor. Zaman, mekan ve anılardan kopan benlik boşlukta asılı kalıyor. Sonra gelsin yabancılık, bulunduğun yerde tutunma çabası ve asabiyet.

 

Sırbistan'ın Macar azınlığının bir üyesi olan Melinda Nadj Abonji, sözü geçen tüm zorlukları bilen biri. Güvercinler Havalanırken'de, Yugoslavya ile İsviçre arasında unutuş ve hatırlayışlarla yaşayıp giden Macar asıllı Kocsis ailesinin, ülkelerine bakıp içlerini çektiği, göçü, yabancılaşmayı, uyum sağlama çabasını ve yakalamaya çalıştıkları huzuru konu alan bir hikaye anlatılıyor.

 

"Endişeyle çırpınan bir güvercin"

 

 

Anlatıcı Ildi, çocukluğunun atmosferi ve bugününde gezinen, kimi zaman da bocalayan bir kız. "Büyük önder" Tito'nun ölümüyle kıpırdanmaya başlayan memleketiyle yaşadığı İsviçre arasındaki sıkışmışlık da işin bir başka boyutu. Bütün bu olup bitenler sırasında hatırladığı büyükannesinin evi, tam da çocukluğunun temiz, hır gürü bol ama tatlı huzuruyla hafızasını yokluyor.

 

Hafıza demişken Ildi, kardeşi Nomi ve anne babası aracılığıyla, parçalanmadan önceki Yugoslavya'nın ve yerleştikleri İsviçre'nin kültürüyle de buluşuyoruz. Özellikle hatırlama sahneleri, Yugoslavya'nın gelenekleriyle ve aile ortamıyla örülü. Elbette o dönemlerin siyasi yapısı ve bunun topluma etkisiyle de. Fakat bütün bu anıları ya da hatırlayışı, vatandaşlığına geçilen İsviçre, deyim yerindeyse orada dişini tırnağına takıp çalışan anne baba ve satın alınmaya uğraşılan kafe bıçak gibi kesiyor.

 

Anlaşılacağı üzere Kocsis ailesi, en azından zihinsel olarak iki farklı dünyada yaşıyor. Birini canlı tutmaya öbürüne de tutunmaya çabalıyor. İsviçre, hepsi için yeni bir başlangıç demek. Orada atıldıkları her iş de aynı şekilde: Yani sürekli tetikte ve gözü açık olma hali.

 

Uzaktan uzağa izledikleri Yugoslavya'da patlak veren savaş ise tarihte hep sıkınktılı bir coğrafya olan memleketleriyle ilgili tedirginliklerine tüy dikiyor. Dolayısıyla ellerinde İsviçre ve orada işletmeye koyuldukları kafe kalıyor. Müşterilere yapılan servisler sırasında kısa sohbetlerin konusu Yugoslavya'da birbirini boğazlayan insanlar. Liderlerin, öldürülenlerin ve hangi cephede kimin kazanıp kimin ne kaybettiği tartışılıyor. "Miloseviç'in babası ayakkabıcıymış" ve "Bosna'da Sırpların lideri Mladiç, Nazilerden de beter" gibi cümleler, siparişlerle birlikte gidip geliyor. Kısacası 1990'ların Yugoslavyası Ildi'nin babası gibi öfkeli, küfürbaz ve eskiye göre hayli farklı. Bütün bu öfke, kafenin duvarlarında yankılanıyor.

 

Kocsis ailesi, memleketleri Yugoslavya'daki savaşın gölgesinde, ikinci memleketleri İsviçre'de terleyen bir aile. Belki de Ildi'nin dediği daha doğru: "İnsanların adımlarından ürkerek endişeyle çırpınan bir güvercin."

 

Neden geldik İsviçre'ye?

 

Kendi tarih ve kültürlerini geride bırakan Ildi ve ailesi, İsviçre'ninkini öğrenirken yepyeni kavramlarla karşılaşıyor. Dünyanın en durağan bölgesinde, kurallar ve yaşam şekli de bildiklerinden ayrı. Bunun doğal sonucu ise bocalama. İlk günlerde başgösteren uyum sorunu ve kültürel farklılıklar tüm aileyi sarsıyor. Uzak geçmişe (çocukluğa) özlem ve yakın geçmişi anımsama, Ildi ve kardeşi Nomi'nin uykusunu kaçırıyor. Yani üç yandan gelen bir kuşatma bu: Biri savaşın sürdüğü Yugoslavya, öbürü İsviçre'deki yabancılık ve sonuncusu devam eden hayat.

 

Onca koşturmacanın içinde Ildi'nin kafasının bir yerinde "Annemle babam İsviçre'ye neden geldi?" sorusu duruyor. Belki de bunun yanıtını, insanın doğduğu ve belli bir zamana kadar yaşamak durumunda olduğu yeri seçememesinde aramak gerek. Romanın önemli duraklarından ve didiklediği konulardan biri bu. Göçün, yurtsuzluğun ve yeni yurdun zihni karıncalandırdığı düşünüldüğünde böylesine bir soru ve aranan yanıtlar insanı bir biçimde ayakta tutuyor. 

 

Güvercinler Havalanırken'de Abonji, anlattığı karakterlerle benzer bir geçmişe sahip. Dolayısıyla kitaptakileri andıran soruları sorduğunu ve oradakine yakın sorunları yaşadığını söyleyebiliriz. Belki de bunun etkisiyle fazla duygusallaşmadan ne demek istiyorsa onu cümlelerine yansıtıyor ve diğer yandan, romanın gereğini yerine getiren sağlam gözlemlere dayanan bir anlatıma yöneliyor. Kitapta yer verilen yabancılaşma, zaman ve mekanla, akıldan geçenler de anılarla harmanlanıyor. Sonuçta anlatıcı Ildi'yle onu yaratan Abonji ortak geçmişte buluşuyor. Ölülerle diriler, dostlarla düşmanlar ve siyasetle halklar birbirine yakınlaşıp birbirinden uzaklaşıyor.

 

 


 

 

* Görsel: Can Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.