Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sesler, sesler, sokaklar



Toplam oy: 1120
Orhan Pamuk
Yapı Kredi Yayınları
Orhan Pamuk sadece bir üstkurmaca tekniği uygulamakla kalmıyor, "yaratan" yerine, varolanı "sıraya dizen" yazar fikrini öne sürüyor. Eğer yazarın işi sıralamaksa, okuyucu da tıpkı yazar-anlatıcı gibi kitabın sonundaki dizini kullanarak kendi sıralamasını, yani kendi hikayesini oluşturabilir.

Tarifleri, tanımları, adlandırmayı imkansız hale getiren, sayfalardan taşan, sürekli hareket eden, çok sesli bir yer değiştirme romanı Kafamda Bir Tuhaflık. Bu yer değiştirme Mevlut Karataş’ın köyden İstanbul’a yaptığı fiziksel yolculuk kadar, roman türünün tanımı da dahil olmak üzere, Batı metafizik düşüncesinin temellerinde yer alan kadın-erkek, modern-geleneksel, sağ-sol, şehir-köy, iyi-kötü, dil-kalp, niyet-kısmet gibi karşıtlıklar üzerinden tanımlanmış pek çok ikiliğin yer değiştirmesini de kapsıyor. İkilikler, sadece birbirleriyle hiyerarşik düzenin içinde yer değiştirmiyor. Farklı ve öngörülemez yönlere doğru sürekli hareket ederek tekinsiz, kaygan bir zemin yaratıyorlar. Bu tekinsizlik duygusu kitaba adını veren ve William Wordsworth’un “Prelüd” şiirinden alınan parçanın da anlattığı gibi, zamana ve de mekana aidiyetsizlik hissini besliyor.

 

Yer değiştirme sadece tasvir edilen, örneklerle açıklanan uzak ve soyut bir kavram olmaktan çıkıyor. Diğer Orhan Pamuk romanlarında olduğu gibi, Kafamda Bir Tuhaflık da anlattığı şeyin kendisi oluyor. Yer değiştirme sadece içerikle sınırlı kalmıyor, çeşitli biçimsel yeniliklerle okuyucuyu da içine alan, okuyucuyla birlikte yeniden şekillenen canlı ve tahmin edilemez bir sürece dönüşüyor. Bu sayede okuyucu bir izleyici olmaktan çıkarak Mevlut’un kafasındaki tuhaflığın bir benzerini, İstanbul’un karmaşık ve öngörülemez büyümesini deneyimleyen ve hatta şehri yeniden yaratan, kitabın içinde, kitapla birlikte var olan bir sese dönüşüyor.

 

Her biri farklı sayıda bölümler içeren yedi kısımdan oluşan romanın başında ve sonunda Hasan Karataş ve Mustafa Aktaş kardeşlerin ailelerini gösteren bir şema yer alıyor. Bu şemada karakterlerin doğum-ölüm tarihlerinin yanı sıra İstanbul’a geldikleri ve evlendikleri yıllar da belirtiliyor. Karakter kalabalığının sebep olabileceği olası kafa karışıklığını ortadan kaldırmak için olduğu kadar, romanda kendisini daha da açıkça gösterecek olan çok sesliliğin de bir ifadesi bu şema. Her ne kadar boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş hikayenin merkezinde olsa da, onun “hayatının ve hayallerinin hikayesi” ancak diğer karakterlerin varlığı ile mümkün oluyor.

 

Kitabın sonunda İstanbul: Hatıralar ve Şehir ile Masumiyet Müzesi’nde olduğu gibi bir karakter dizini ve 1954-2012 yıllarının önemli olaylarını kapsayan bir kronoloji de yer alıyor. Karakter dizini kitabı doğrusal, önceden belirlenmiş bir başı ve sonu olan bir anlatı olmaktan çıkarıp hayata yaklaştırıyor. Okuyucu karakter dizini sayesinde sadece Mevlut’un değil, seçtiği herhangi bir karakterin hikayesini takip ederek yepyeni bir Kafamda Bir Tuhaflık yaratabiliyor. Kronolojide ise Pamuk hem romanın kurgusal olay örgüsünden hem de Türkiye ve dünya tarihinden önemli olaylara yer vererek kurgu ve gerçeği birbirinin karşıtı olmaktan çıkarıp, her ikisinin de beraberce var olabileceği bir alan yaratarak, yer değiştirmelerine izin veriyor.

 

Tristram Shandy tarzı

 

Kitabı oluşturan 57 bölümün isimlendirilme biçimi de romanın çok katmanlılığının bir aynası gibi; her bölum hem bir başlığa hem de bölümdeki önemli bir sahne ya da sözden alınan bir parçadan oluşan bir altbaşlığa sahip. “Samiha’nın Kaçması” ya da “Rayiha’dan Sonra” gibi başlıklarla Pamuk, hikayenin sürprizini kaçırmayı amaçlamaktan çok, biricik ve tekrar edilemez bir “olay” tanımını sorguluyor. Tıpkı Mevlut’un rastlantılar, tesadüfler ve gelişigüzel olaylardan oluşan hayatı gibi, Kafamda Bir Tuhaflık da biricik ve tekrar edilemez bir “olay” tanımı sunmuyor. Olayları takip eden okuyucuyu hayal kırıklığına uğratsa da Tristram Shandy tarzı bir anlatımın, yaşadığımız hayatı tüm karmaşası ve tekrar tekrar kurgulanabilen hikayesi ile ortaya koyması çok daha etkili bir yönteme dönüşüyor. 

 

Kafamda Bir Tuhaflık Homeros’un İlyada ve Odysseia’da kullandığı tekniği kullanarak hikayenin ortasında (in media res) Mevlut’un Rayiha’yı kaçırması ile başlıyor. Takip eden ikinci kısım ise zamanda hızla ilerleyerek, 1994 yılında, Mevlut’un boza satarken kabadayılar tarafından soyulmasını anlatıyor. Bu iki önemli olayı anlatan bölümlerden sonra, 1968 yılında Mevlut’un köydeki çocukluğu ile başlayan ve 2012 yılına kadar onu takip eden süreç başlıyor. İlk iki bölümü diğerlerinden ayıran bir diğer özellik de okuyucuya seslenen bir yazar-anlatıcının varlığı. Üçüncü tekil şahısta anlatılan bu iki bölümde yazar-anlatıcı sıklıkla okuyucuya sesleniyor ve hikayenin tamamen gerçek olaylara dayandığını, kendisinin her türlü abartıdan kaçınarak olayları sadece okurlarının “daha iyi takip edip anlamasına yardım edecek bir şekilde sıralamakla yetineceğini” söylüyor. Böylelikle Pamuk sadece bir üstkurmaca tekniği uygulamakla kalmıyor, aynı zamanda “yaratan” yerine, varolanı “sıraya dizen” yazar fikrini öne sürüyor. Eğer yazarın işi sıralamaksa okuyucu da tıpkı yazar-anlatıcı gibi kitabın sonundaki dizini kullanarak kendi sıralamasını, yani kendi hikayesini oluşturabilir.

 

Romanın en belirleyici özelliği ise Pamuk’un daha önce Sessiz Ev ve Benim Adım Kırmızı’da da denediği çok seslilik. Daha önceki örneklerinde karakterler kendi sesleri ile konuştukları uzun bölümlere sahipken Kafamda Bir Tuhaflık’ta üçüncü tekil şahıslı anlatım ile karakterlerin kendi sesleri bir arada yer alıyor. Karakterler istedikleri zaman temsili bir bozacı resmi ile belirtilen üçüncü tekil şahıstaki anlatıyı bölerek kendi sesleri ile konuşuyorlar. Konuşan her kim ise onun ismi koyu renkle belirtiliyor. Mikhail Bakhtin’in polifoni ve diyalojik kavramlarına dayanan bu teknik ilk başlarda okuyucu zorlasa da, çok kısa sürede roman kendi ritmini, karakterler de kendi seslerini buluyor. Her şeyi bilen ve gören otoriter bir anlatıcının yerine karakterlerin kendi sesleri, üslupları ve bakış açılarıyla anlattığı hikaye eşitlikçi ve demokratik bir ortam yaratıyor. Ortaya çıkan fazlasıyla parçalanmış hikaye ise tıpkı Mevlut’un yaşamı, İstanbul’un sokakları gibi, hayatın da büyük, tam ve yüce hikayelerdense bu ufak parçalarda gizli olduğunun ipucunu veriyor.

 

Bir mantra gibi: Boo-zaa

 

Mevlut’un inişli çıkışlı hayatı boyunca vazgeçmediği tutkusu boza, “Çünkü ‘Boo-zaa’ diye bağırırken, kafasındaki renkli resimlerin, resimli romanlardaki konuşma balonları gibi sanki ağzından çıkıp yorgun sokaklara bulut gibi karıştığını hissediyordu. Çünkü kelimeler şeylerdi, şeylerin her biri de bir resim.” Süleyman’ın, Vediha’nın, Korkut’un, Rayiha’nın, Mevlut’un parça parça hikayelerindeki kelimeler şehre karışıyor ve tıpkı İstanbul gibi her yöne doğru yayılıyor. Her okuyucu ise şehre yeni gelen göçmenler gibi, romanın satırlarında bulduğu konuşma balonları ile yepyeni resimler yaratıyor. Mevlut sokaklarda “Boo-zaa” diye sadece unutulmaya yüz tutmuş bir zamanların içeceğini değil aynı zamanda kendisine ait bir dünya yaratmasını sağlayan bir mantrayı tekrarlıyor. İşte bu yüzden o kadar büyüleyici soğuk gecenin karanlığında sokaktan gelen o ses: Boo-zaa. 

 

 


 

 

* Görsel: Mert Tugen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.