Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Tipik" bir Remzi Ünal polisiyesi



Toplam oy: 864
Celil Oker
Altın Kitaplar Yayınevi
"Bir sürü tuhaf işle karşılaştım. Kalkmak kolay. Önemli olan oturmaktır," demişti. İşte bu inadı, daha da önemlisi merakı yeni bir cesetle karşı karşıya getirmekte gecikmiyor Remzi Ünal'ı.

Polisiye okurlarının Remzi Ünal’la tanışıklığı eskiye dayanıyor; ne de olsa on altı yıl olmuş ilk kitap Çıplak Ceset yayımlanalı. Yakın bir zaman önce yayımlanan yeni kitap Sen Ölürsün Ben Yaşarım’da, “Ben, Remzi Ünal... Gerisini biliyorsunuz,” demesi bu yüzden biraz da, ama biz yine de hatırlatalım; evet o Remzi Ünal, hani şu, “Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir ‘frequent flyer’ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinden birinde bile tutunamayan, saye[m]izde MS Flight Simulator’ın Cessna’sını bile adam gibi indirmekten âciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal...”

 

Öyle özel numaraları da yok özel dedektifimizin; mesela kimi durumlarda, şurada burada ilişkileri olan ya da teknoloji yatırımını eksiksiz tamamlamış bir meslektaşı olsa, izlediği kişinin bütün konuşmalarını denetim altına almayı akıl edebilir gerektiğinde ama onun sınırları dışında bu tür numaralar. Özellikle kimi Amerikalı meslektaşları gibi silah kullanma konusunda da hevesli sayılmaz, zaten silah taşımıyor. (Kendisi de söylüyordu, “ben yalnızca yerli malı bir özel dedektifim,” diye.) Ancak hemen her ortama ayak uydurabilme, karşısındakilere doğru soruları sorup –aldığı cevaplar yalan bile olsa– çıkarımlar yapabilme yeteneği en önemli silahı. Ayrıntıları atlamıyor, satır aralarını iyi okuyor. Ezberi kuvvetli. Ve, aikidocu... En azından aikido derslerini aksatmamaya çalışıyor; gerektiğinde yararını görmüyor değil. Ama aynı zamanda gerektiğinde darbe almayı, dayak yemesini de biliyor; dokunulmaz bir süper kahraman yok sonuçta karşımızda; hatta bir kahramandan çok bir anti-kahraman Remzi Ünal. “Kötü alışkanlıklar”ı var!

 

İlk kitaptan bu yana, işleri hep sarpa sarmıştı Remzi Ünal’ın. Çıplak Ceset, Kramponlu Ceset, Bin Lotluk Ceset, Rol Çalan Ceset, Son Ceset, Bir Şapka Bir Tabanca, Yenik ve Yalnız, Ateş Etme İstanbul romanlarında böyle olmuştu; Beyaz Eldiven Sarı Zarf’taki hikayelerde de çoğu zaman içinden çıkılması güç görünen durumlarda kalmıştı. Dolayısıyla Sen Ölürsün Ben Yaşarım’ın daha ilk sayfasında, henüz elini zile atmamışken karşısındaki kapının hafif aralık olduğunu görünce anlıyor; “Birini görmeye gittiğimde çalacağım kapının aralık olması bela getirirdi. Temiz bela. Ardına bakmadan çekip gitmeni gerektirecek türden bela. Gelgelelim seni o kapıya kadar getiren her neyse, çoktan seni belanın içine çekmiş, kaderini çizmiş olurdu. Çekip gitmek kurtarmazdı.” Çekip gitmiyor zaten Remzi Ünal da, hem zamanında dememiş miydi, “Bir sürü tuhaf işle karşılaştım. Kalkmak kolay. Önemli olan oturmaktır,” diye. İşte bu inadı, daha da önemlisi merakı yeni bir cesetle karşı karşıya getirmekte gecikmiyor Remzi Ünal’ı. 

 

Girdiği dairenin salonunda, yüksek arkalıklı koltuğunda kıpırdamadan duranın şahdamarını kontrol etmeye bile gerek görmüyor Remzi Ünal. Tabii, üstünde yalnızca incecik çizgili kumaştan bir eşofman bulunan ama asıl, kaşının üstünde, çevresindeki kanlar koyulaşmaya başlamış küçük bir delik olan cesetle bitmiyor iş. Yalnızca bir başlangıç bu; sonrasında Remzi Ünal’ın şöyle bir serzenişte bulunacağı kadar karışıyor ortalık: “Ben, Remzi Ünal, bir inşaat şirketinde çalışırken kaza geçiren bir delikanlının ana ve babasına yardım niyetiyle o şirketin yöneticisinin evine gideyim... Salonun ortasında tek kurşunla öldürülmüş birini bulayım... İçeri genç bir kadın girsin, gelişini izah için gece fantezilerindeki genç kuryenin adını versin... (...) Ertesi gün, iş kazasına uğramış genç adamı sabahın köründe, evinde, yattığı odaya girip yine tek kurşunla öldürsünler... Neredeyse aynı saatlerde genç kadının adını verdiği kuryeyi de, yine evinde, evire çevire, öldüresiye pataklasınlar... Öldürülen oğlanla dayak yiyen oğlanın ortak noktası patronun evinde bir ceset bulduğum o inşaat şirketi olsun.”

 

İstanbul sokakları

 

 

İstanbul, özel dedektifimiz Remzi Ünal’ın önüne geçecek kadar değil belki ama her zaman önemli bir rol oynuyor Celil Oker’in hikayelerinde. Oker’in kitapları Almancada yayımlanmaya başladığında bir yazar-eleştirmen şöyle yazmıştı: “Biz Almanlar ellili yılların sonunda Dashiell Hammett ve Raymond Chandler aracılığyla Amerika'da yaşananları öğrenseydik, şimdi de Celil Oker aracılığıyla İstanbul sokaklarında neler olup bittiğini öğreniyoruz.” Gerçi Celil Oker’in tam olarak Dashiell Hammett ve Raymond Chandler’la aynı kulvarda olduğunu söyleyemeyiz belki ama İstanbul sokakları konusu şüphesiz... Yeni kitap Sen Ölürsün Ben Yaşarım’ın da merkezi İstanbul; ama kentin “yeni” haline pek ısınamamış gibi Remzi Ünal. Gökyüzüne küstah bir görgüsüzlük anıtı gibi yükseldiğinden bahsediyor örneğin apartmanların, sokak lambalarının peş peşe park etmiş otomobillerden başka bir şey aydınlatmadığını söylüyor. “Gök tırmalayanlar” olarak nitelendiriyor yüksek yapıları, terbiyesiz büyüklükteki binalar olarak anıyor. Haksız değil elbette; camı açtığında temiz hava yerine otoyolun boğuk gürültüsü giriyor ne de olsa, yeni yapılan bağlantı yolları, yenileme çalışmaları bitmeyen yollar işini zorlaştırıyor çoğu zaman...

 

Diğer bir deyişle, “tipik” bir Remzi Ünal polisiyesi Sen Ölürsün Ben Yaşarım. Hikayenin herhangi bir olağanüstülüğe sahip olmamasının, sevindirici bir tarafı da var aslında. Bir ara gelgitli bir ilişkisi olmuştu polisiye okurlarının Remzi Ünal ile; Son Ceset (2004) romanındaki final sahnesi, Bir Şapka, Bir Tabanca (2005) romanının ardından gelen uzun sessizlik dönemi (sonraki roman Yenik ve Yalnız 2010’da yayımlanmıştı) korkutmuştu açıkçası... Sen Ölürsün Ben Yaşarım bu anlamda bir şüphe barındırmıyor gibi görünüyor; umarız en kısa zamanda yeniden masaya oturur bir müşterisiyle Remzi Ünal. Hele bir otursun, nasılsa kalkmaz!

 

 


 

 

* Görsel: Esra Kalay

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.