Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Uzun İhsan'ın suret-i romanlık düşleri



Toplam oy: 869
İlban Ertem - İhsan Oktay Anar
İletişim Yayıncılık
Sadece harikulade çizimlerin konuşmadığı, "Osmanlı steampunk" türünü resimli roman geleneğinimize de aktaran bir eser var karşımızda.

Kainatın yaradılışından 7079, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicret’ten 1092 yıl sonra, karanlıkta uçan bir martının yol göstermesiyle Cenevizli gemicilerin mesken tuttuğu Konstantiniye, en nefes kesici maceralardan birine, Uzun İhsan Efendi’nin gördüğü kocaman bir düşle gebe kaldı... 1995 yılında çıkan Puslu Kıtalar Atlası’nı alıp okuyan biz faniler, Uzun İhsan Efendi’nin mi, yoksa onun devrinden 308 yıl sonra İzmir’de yaşayan başka bir İhsan’ın mı düşleriydik acaba?

 

Romanın “feylesofvari” karakteri Uzun İhsan Efendi, meşhur bir filozoftan, René Descartes’tan -kitaptaki namıyla Rendekâr’dan- el alarak dünyayı koskoca bir kitap, bizleri birer kurmaca karakterine, romanı da çok katmanlı bir gerçeklik ve düş âlemine dönüştürerek, kitabın hayranlarının çözmeye çalışmaktan bıkıp usanmadığı bir bilmeceyi edebiyata armağan etmişti. Uzun İhsan Efendi’nin oğlu Bünyamin, yaşar ne yaşar ne yaşamaz kabadayı Arap İhsan, topal Kubelik, veledizina Alibaz, gelmiş geçmiş en karizmatik Faustvari kötülerden Ebrehe gibi karakterler kısa sürede romandan fırlayarak düşlerimizin dışavurumuna malzeme oldular. İnternette bu karakterleri arattığımızda sayısız illüstrasyonla karşılaştığımız gibi, zamanında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yapılan İhsan Oktay Anar Sempozyumu’nda karakterlerin çeşitli ellerden çıkma maketlerini de görme fırsatını bulmuştuk. O halde bu âlemin kitabın dışına taşan, kitapla okuyucu arasında refleksif gelişen bir düş kurma faaliyetine dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte bu faaliyetin eşsiz ürünlerinden biri, İlban Ertem’in beş yılı aşan bir sürede resimlediği yepyeni bir Puslu Kıtalar Atlası.

 

Ertem, kitabın sonunda yer alan “Mutfaktan - Meraklısına Notlar” bölümünde hayatında ilk defa bir edebiyat eserini olduğu gibi resimli romana aktardığını söylüyor. Bu iş için İhsan Oktay Anar’ın “desturunu alan” ve yazarın romanının değişmemesi dileğini yerine getiren Ertem, romanı ne kısaltıyor ne de yeniden yazıyor; iki bin kadar renkli resimle görselleştiriyor. Bununla birlikte, tamamen Anar’ın hayal ürünü olan çeşitli fenni icatların resmedilmesi gerekliliği de var Ertem’in karşısında. Ebrehe’nin geliştirdiği ya da eline geçen elkimya buluşlar, Ertem’in kalemiyle en az romandaki tasvirler kadar heyecan ve hayranlık uyandırdığı gibi, bizi resimli romanların dünyasına çok yakışan bir bilimkurgu evrenine davet ediyor. Bu da Ertem’in uyarlama anlayışıyla romana kattığı zenginliklerden biri. Öte yandan Ertem, yazarın roman boyunca kullanmayı pek de tercih etmediği diyaloglara başvurmak durumunda da kalıyor; bu noktada bir ucunda yaratıcılık diğer ucunda romana sadakatin durduğu terazinin dengesini bulması gerekiyor ki bu dengeyi ustalıkla kuruyor. Örneğin, Kubelik’in kadavra incelerken insan kaslarına koyduğu adları, yazar İhsan zikretmiyor ama Ertem dozunda ve etkili bir yaratıcılıkla isimler koyuyor.

 

Osmanlı steampunk

 

 

Yeri gelmişken, Mümtaz Mehmet Tütüncü’nün 2009 yılında çıkan Küheyli Buharlan adlı, nedense hak ettiği ilgiyi görememiş romanını analım. Romanın kahramanı Hezarfen Arif Çelebi, buhardan enerji üretmeyi 19. yüzyıldan çok daha önce bulan Ebuzzatülhareke’nin yazdıklarından esinle, buharla çalışan makinelerin ittiği atlardan oluşmuş bir süvari alayını hayal ediyordu. Bu noktada “Osmanlı steampunk” janrını hatırlatabiliriz; Mümtaz Mehmet Tütüncü de bir söyleşisinde aynı tabire değiniyordu zaten. Bilimsel gelişmelerin şaha kalkışıyla, 19. yüzyıl İngiliz edebiyatına makinelerin, robotların doğayı alt eden türlü bilimsel buluşların girmesine vesile olan “steampunk” türü, gerek 19. yüzyılda yazılmış kimi Osmanlı romanlarında, gerekse son yıllarda yazılan Tütüncü’nün kaleme aldığı Küheyli Buharlan gibi kitaplarda, “Osmanlı steampunk” olarak kendi kimliğini buluyor. Bu romanlardaki Osmanlı’nın farklı devirlerinde yaşayan çılgın mucit çelebiler ve efendiler, doğaya bilimle şirk koşarak günümüzde dahi pek tahayyül edilemeyen icatların peşine düşerler. Kitab-ül Hiyel’in Yasef Çelebi’si ve Calud’u mekanik ilminin sınırlarını zorlayarak sonsuz enerji üreten makineler tasarlar, tahtelbahir (denizaltı), zülkarneyn (karmaşık güzergahlarda ilerleyen birbirine bağlı top gülleleri) gibi döneminin çok ötesinde savaş icatları gerçekleştirirler. Puslu Kıtalar Atlası’nın Teşkilat-ı İstihbarat-ı Mahsus’u için icat edilen türlü dinleme ve savaş aletleri, Ebrehe’nin sonsuz boşluk ve hıza erişmek için kullandığı ayna, hırslı mucitlerin kendi icatları ve hayallerinin kurbanı oldukları, Dr. Frankenstein vakasına benzer durumlardır. Ben de her fırsatta Türkçe edebiyatta “tür” kavramının gerekliliğine vurgu yapmayı kendime görev edinerek, özellikle Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası ve özellikle Kitab-ül Hiyel romanlarının eleştirel okumalarında “Osmanlı steampunk” tabirinin, kavramsal açılımlar geliştirerek dolaşıma sokulmasını öneriyorum; gerek eleştiri pratiğine gerekse türün daha çok örnek üretmesi adına... Seda Uyanık’ın Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî Edebiyat adlı nitelikli çalışmasında kökenlerine çok daha derinlemesine indiği 19. yüzyıl Osmanlı edebiyatını, Refik Halid Karay’ın Hülya’sını ve benzeri eserleri incelemek çok yerinde bir başlangıç noktası olabilir. 

 

Sonuç olarak; sadece harikulade çizimlerin konuşmadığı, çizerin hikaye anlatımını ve onu yetkin kılma kaygısını baş tacı ettiği, “Osmanlı steampunk” türünü resimli roman geleneğinimize de aktaran bir eser var karşımızda. Ertem, “sürç-ü çizgi ettikse affola,” diye bitiriyor sözünü. Sürç-ü çizgi etmesi söz konusu olmadığı gibi, çizgileri, uyarlamaya getirdiği özenli ve yaratıcı bakış açısıyla yazar İhsan’ın, Uzun İhsan’ın, romandaki bilcümle karakterin ve okuyucunun düşlerine düş katıyor, Osmanlı usülü bilimin hayal sınırlarını zenginleştiren bir görsel dünya sunuyor.

 


 

* Görseller: Kitaptan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.