Zaman akıp giderken yaşananların, o anda yazılıp yayımlananların farkına varmak ya da onların anlamını kavramak pek mümkün olmayabiliyor. Biraz vakit geçince birileri, kıyıda köşede kalmışların eserlerini dirilttiğinde her şey yerine oturuyor ve belki de yapboza yeni parçalar eklenebiliyor. Var böyle vaziyetler.
Yok yazar Hüseyin Cahit Doğanay, “Hindi”yi “bitirip” okurlara ateşlediğinde, üzerinde “titizlikle çalıştığı” kitabına edebiyat dünyasının neredeyse hiç yüz vermeyeceğini tahmin etmemişti herhalde. Üzüntüsünden ve kırgınlığından bunu görebiliyoruz. Ersan Üldes’in de bu anlamda kurgu yazarı Doğanay’a destek çıkıp açığı kapatmak ya da Doğanay’ın hakkını teslim etmek ve biraz da zamanı geri çevirebilmek adına onun ismini anıyor. Hindi’nin Ruhu, Doğanay’ı “yâd” ve “ruhunu şâd ediyor.”
"Okuru dağıtan" bir roman
Doğanay’ın, gücünün de görmezden gelinişinin de derinlikli bir adam olmasından kaynaklandığını anlatmaya gerek var mı? Belki var. Zaten sağlam zemine oturmuş yazarların çoğunun ölmeden önceki “kaderi” üç aşağı beş yukarı aynı. Sıradan insan ne kadar sıradışıysa, Doğanay gibi bunu ustalıkla anlatan ve yeri geldiğinde okuru (olumlu anlamda) kıvrandıran yazarlar da bir o kadar sıradışı. Belki de bu yüzden Doğanay’ın “Hindi”deki kahramanı Mesut bizi bu denli etkiliyor.
Sonra efendim, kim olduğunu bilmediğimiz ve bizim için “Hindi”yi adeta yeniden yazan anlatıcı, kitabı elimize verip gidince anlıyoruz ki Mesut, hem bizden biri hem de değil. Otururken ayakta, ayaktayken oturur vaziyette, işe giderken gitmez halde; burası tamam. Ama adam her şeye külliyen karşı, yani “mesafeli.” Evindeki çift kapılı buzdolabından ve roman yazmak isteyişinden, Mesut’un nefes alıp verdiğini, daha doğrusu hayata ucundan kıyısından dokunduğunu fark ediyoruz. Ama buzdolabının yanı sıra evine gittiği Kumral’ı atlamamalı; Mesut’un aşkından ter içinde kalışı onu biraz daha insan kılıyor. “Hindi”yi “okuyup” yeniden “yazan” ve Hindi’nin Ruhu adıyla bizi selamlayan anlatıcının yakaladığı ayrıntılar matrak. Bir yandan da düşündürücü. Mesut’un “hengameye dalıp gitmekten hayata katılamaz oluşu” daha düşündürücü. Gıldırgıcık bir adam kısacası, ne zaman neden nem kapacağı çok da belli değil.
Mesut, romanını kaleme alırken ergenlikten mustarip, kıskançlığa soğuk bir şekilde ağır aksak ilerliyor. Tez zamanda bunlar, kaldırıla diye düşünüyor. Doğanay’ın, Mesut’un kafasında bizi dolandırdığı dehlizler “örtük kavramlarla” dolu; Hindi’nin Ruhu, bu anlamda kanalları açıyor. Arada Mesut sahneyi terk ederken onun yerini eşyalar alıyor ve onlar okunmaya başlıyor. O da eşyalar gibi bir kenarda kıpırtısız. Kumral’la yaşadığı tuhaf aşk da kahramanımız Mesut’un kişiliğini anlamamıza yardım ediyor.
Doğanay ve Mesut didiklenirken yorumlar, insanı tebessüm ettiren türden. Mesela Mesut-dışarısı ilişkisi: “Mesut dışarıdan ve dışarının kanunlarından korkar. (...) Ama sorsan son tahlilde onu roman yazma kararı eve bağlar. Savunma mekanizmalarıyla aralıksız kafa karıştıran II. Mesut, kendini rahatlatma yolunda müspet bilimleri bile suistimal edebilir. Eder. Ona kalırsa mesela ev, dışarının içindedir. Yani evde kalarak aslında dışarıya çıkmış olur.”
Mesut’un evde yığım yığım beklettiği çöpler misali yanıtsız sorularla dolup taşan “Hindi”, “okuru dağıtıyor.” Duvardan duvara kütüphanesindeki kitapların sırtlarına sersem sersem bakan, karabatak gibi bir belirip bir kaybolan kahraman yetmezmiş gibi ismini vermek istemeyen anlatıcı, bir de Doğanay’ın kendisini kapattıkça kapatan anlatımıyla “baş etmek” zorunda.
Adını vermek istemeyen anlatıcı
Mesut’un içten gelimli dışa vurumlu “maceraları,” bize ara ara kontağı kapatışımızı, rölantide çalışmamızı ve vitesi atlaya zıplaya değiştirmemizi anlatıyor biraz da. Bunu başarılı kılan şey ise “Hindi”den her seferinde veya her okumada yeni bir roman türetebilmek. Tabii omurganın, bir baltaya sap olamamış ya da olmak istemeyen Mesut kalması koşuluyla. Hiç sırıtmayan bir şekilde “roman üstüne roman kondurmak” böyle bir şey olsa gerek.
Mesut nasıl sağı solu izliyorsa biz de onu seyrediyoruz. Aynı onun gibi kalakalarak, bazen sıtkımız sıyrılarak, bazen de eğlenerek. Mesut’un rahatsız edici tarafını bir yana bırakırsak rahatsızlık duyduğu şeyler zaman zaman bizim de aklımızı boncuk ediyor, en azından sayfalar ilerledikçe onunla böyle bir bağ kurabiliyoruz. Bu, bizim huzurumuzu kaçırabilir elbette; ama ortada böyle bir gerçek var.
Mesut’un aklına düşen hikayenin peşinden gitmesi, onun adına büyük bir devrim. Çünkü kitaplara bakakalan, hareketsizliği temel hareket sayan adamdan böyle bir hamle pek beklenmez. Yazdığı romanın altını üstüne getirirken kafasını karıncalandıran bir üst-roman da kendiliğinden gelişiyor; hem Mesut hem de bizim için mevzular derinleşiyor. Yazarken hızını kesen bilgi kırıntıları da cabası.
Adını vermek istemeyen anlatıcının kitapta zaman zaman araya girerek “Hindi”nin ruhuna el atması ortalığı aydınlatsa da Doğanay’ın şifrelerini çözmek zor. Örneğin anlatıcı “ikinci çay yanılgısı” kavramına kafayı takmış biraz: “Üstat” dediği Doğanay’ın “yakınlarına” ulaştığını, “Bu nedir?” diye sormak için kıvrandığını söylüyor.
Aslında bizim de “Hindi” ve Hindi’nin Ruhu’yla ilgili soracağımız çok şey var. Gelin görün ki boşlukları kovalamak ve Mesut’u kollamaktan pek fırsat kalmıyor buna. Edebiyat salonunda bir yere oturtulamayan, Mesut’un evindeki iki kapılı buzdolabı gibi ortada duran Hasan Cahit Doğanay’ı yaratan Ersan Üldes’in ilginç bir iş çıkardığı ortada. Fakat yine de sormadan olmaz: Kim bu adını vermek istemeyen anlatıcı kardeşim?
* Görsel: Can Çetinkaya
Ömer F. Oyal’ın son romanı olduğunu öğrendiğim, YKY’ndan çıkan “Magda Döndüğünde”yi tesadüfen alıp, okudum. Bir eleştiri yazmaya değer buldum. Çünkü türk romanı için yeni bir soluk olduğunu düşünüyorum. Bu amaçla, eseri üç yönüyle (konu, kurgu, yapı ve örgü) kendi açımdan değerlendirmeye çalışacağım.
Eser, baş kahramanı salih beyin SSCB dönemi doğu türkistanından, nazi almanyasına, oradan 21. yüzyıl türkiyesine uzanan bir kesitte biçimlenmiş inişli-çıkışlı hayat hikayesini konu ediyor. Yazar, romanı bu kadar geniş bir coğrafya ve zaman dilimine yayarken, aralarındaki bağlantıları koparmadan okuyucuyu sürüklemeyi başarıyor. Türk romanında, hele de 21. yüzyılda bunun fazla örneği yok. Sabahattin Ali’den bu yana, romanının ufku Anadolu’nun yaylalarının aşmayı başaran sayılı yazarlardan biri, Ömer F. Oyal.
Bu yüzden, konunun sürükleyiciliği sadece okuyucunun romanın sonuna duyduğu meraktan değil, romanın bu zengin zaman-mekan derinliğine dalma isteğinden besleniyor. Fakat ilk 50-60 sahifeye katlanmak kaydıyla... Çünkü bu o sahifeler boyunca yazar, romanın şimdi ihtiyarlamış halini sunduğu kahramanımızı öyle bir “yavaş çekim” anlatıyor ki, insanın ihtiyarlıktan da, roman kahramanından da kusası geliyor. Bu belki de yazarın bilinçli bir seçimi ama, zaman-mekan zenginliği bu denli derin bir roman, okuyucuya geçirmek istediği duyguyu, bu eziyeti daha az çektirerek de verebilirdi. Uzaması edebi bir zenginlikten çok, yazarın okurla bir türlü barışmamak için adeta bin dereden su getirmesine benziyor. Bize bir romanın nasıl başlamaması gerektiğine dair bir işaret...
Salih beyin yaşadığı koşullar (doğu türkistanın geriliğine çarpıp “kırılan” Devrim, nazi zulmü altında “insanlık”ın en alt sınırlarının zorlandığı Savaş ve başdöndürücü bir hızla türkiyede milleniumu devirip sıçranıverilen Yeni Yüzyıl) ise, insana bir an bile soluklanma fırsatı tanımayan öylesine değiştirici-dönüştürücü ekstrem akıntılar ki, salih beyin yaşamını tanımlarken kullandığım “inişli-çıkışlı” sözcüğünün aslında onu anlatmakta ne kadar yetersiz-kifayetsiz- kaldığını görmeye yeter.
Kelimelerle anlatmakta zorlanılanın romanını yazmak... Entellektüel faaliyeti “ben hayatımı yazsam roman olur” eğretilemesinden kurtaran şey, burada yatar. Çünkü burada kurgu devreye girer. Ömer F. Oyal’ın yaptığı da bu. Bu yüzden ona bir “roman yazarı” olarak teşekkür etmeliyiz.
Yazar, eserini; salih beyin geniş zaman-mekan boyutuna yayılmış hayatından “cımbızladığı” kesitleri, tarih sırası izleme kaygısı olmaksızın içiçe geçirerek kurgulamış. Roman başarısını, aynı zamanda, yazarın zaman ve mekanı içiçe geçirirken bağladığı görünmez ipleri birbirine karıştırmamasına borçlu. Bunca yıldan sonra salih beyin zamanda yolculuğu boşuna yapılmış olmamalı, oradan sızan bir dünyayı aydınlatmalı...
Roman boyunca devam eden bu zamanda yolculuk, salih beyin “hamuru”nun ne ile ve nasıl “yoğrulduğu”na dair ipuçlarını da vererek, “kumaş”ını gözümüzün önüne seriyor. Bu noktada; bana yazarın türk romanı için yeni bir soluk olduğunu hissettiren kendine özgü tarzın “çiçeklenmesi”ne tanıklık ettiğim düşüncesindeyim. Şöyle açmaya çalışayım:
Dünya edebiyatında geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren “underground-yeraltı- edebiyatı” denen bir edebi tür öne çıktı. Aslında “kitaplı dinler”in egemen yorumlarının ahlaki değerler sistemine yataklık eden “iyi / kötü” ayırımıyla beslenmiş kapitalizm eleştirisi oluşu temelinde “batı-merkezli” bu edebiyatın öncülleri, yer yer Alan Ginsberg’in şiirsel anlatımlarında (hatta belki çok daha önce Baudelaire’de), Charles Bukowsky’nin romanlarında vardı. 21. yüzyıla yansıyan örneklerinde göze çarpan en karakteristik öğe ise; “kötü” ve “iyi”nin aynı bedende içiçe cisimleştirilerek kurgulanması aracılığıyla, ahlaki değerlerin soyutluğunu ve sorgulanmasını sağlaması istenen sürekli şiddet görmüş, ayyaş, bağımlı, küfürbaz, genç “anti-kahramanlar”dır. Ve elbette bu yansımayı, kendi “kitaplı dinleri”yle yüzleşmek yerine, esasen Batı’ya öykünmeye heves etmiş türk yeraltı edebiyatında da görürüz.
Ömer F. Oyal’ın roman kahramanları da karakterleri ayrıştırılamayacak kadar “iyilik” ve “kötülük”e bulanmış şahsiyetler olarak ilk bakışta bu “underground edebiyat”ın genel geçer tiplerine benziyor gibi gözükseler de; başta salih bey olmak üzere, ne küfürbaz, ne bağımlı ne de ayyaştırlar. “Aşırılıklar”ı makul denebilecek ya da suda izi belli olmadan silinebilecek cinsten şeylerdir. Üstelik ana kahraman salih bey ölmek üzere bir ihtiyardır. Fakat yazar onları bize öyle bir dayatır ki, underground edebiyatın karakterleriyle okuyucu arasında bir bakıma bir ilişkiyi tanımlayan “köksüz”lük unsurunu paramparça eder. Kabul edip etmeme “tercihi”ni ortadan kaldıran bir zorunluluk ilişkisi sunar. Hani şu hikayeyi hepimiz biliriz: Orada köşede sessizce oturan tutucu nemrut ihtiyar; hani o dedemiz olan ama her bayramda cebimize en okkalı harçlığı koyan moruk. Sırf bunun için, nefesinin kokusuna ve saçma öğütlerine katlanılabilir bir amca... Peki ya, deden eskiden bir Nazi idiyse, yine o gözle bakabilir misin...? Ömer F. Oyal, kötülüğe bulanmış gerçeği romandan çıkarıp, yanıbaşımıza bırakıyor. Amiyane tabirle “underground’ın dibini zorluyor ve yarıyor; ötesine geçmesine ramak kalmış. Bana göre türk romanına kattığı yeni soluk budur.
Bu açıdan onun türk romanının neresinde durduğunu anlamak için, çağdaş türk romanının en usta olanıyla-aynı zamanda dünya edebiyatının en usta olanlarından biri-, O.Pamuk ile kıyaslayacağım elbet. Bana göre O. Pamuk kitaplarını sevmemizin nedeni, aslında olayların, biz sanki onu hareket halindeki bir tren penceresinden seyrediyormuşuz gibi, önümüzden akıp geçmesidir. Bu bence onu usta bir romancı yapan; dünya görüşünü ona en uygun teknikle buluşturarak aktarma becerisinden kaynaklı. Çünkü Pamuk böyle bakmamızı istiyor; istiyor ki, bu topraklarda yaşayanların belki bin yıldan fazladır onlara en ağır gelen olaylara bile nasıl katlandıklarını izleyelim. Tevekkül denilen o hazım süreci nasıl uzun, boğucu ama bir o kadar da geçicidir, görelim. Görelim ki, tevekkül etmenin, bizzat bu durumun farkındalığı olduğu gerçeği içimize ığıl ığıl aksın. Bazen içimizde bunu “kitabın bir tuhaflığı” olarak addedip, okuduklarımızı “hem Pamuk’un tarzı dışına kaçan”, ama bazen de “işte bu” diyeceğimiz yanlarının biraradalığıyla “tuhaf, yeni kitaplar” olarak kabul edelim.
Ömer F. Oyal ise, bizi O. Pamuk eşliğinde herşeyi seyrettiğimiz o tren penceresinin önünden alıp, rayların önüne atıyor. Canımızın yanacağını gösteriyor bize; hatırlatıyor ama itmiyor, öylece bırakıyor: “Bense, ruhum topallayarak, / çekileceğim tahtıma doğru / aşınmış göklerde yıldız oyuklarıyla çil çil / Öyle ışıklı, parlak / gideceğim uzanmağa / tembellikten biçilmiş giysilerimle / yumuşak sahici gübreden bir yatağa / ve sessiz sessiz / rayların dizlerini öperek gelen / bir tren tekerleği dolanacak boynuma.” (Vladimir Mayakovsky- Trajedi.)
Ancak kullandığı edebi tekniklerin hepsinin, romanın ruhuyla tümden uyuştuğunu söyleyemem. Örneğin, salih beyin geçmişini bugününe bağlarken hiç kullanma ihtiyacı hissetmediği (hissetmemesi de gereken), ama bugününü geçmişe bağlarken neredeyse hiç vazgeçemediği bağlantı cümleleri, romanın geçişlerini tutturmaya yarasın diye kullanılıp, sonradan çıkarılmamış gereksiz teyel iğneleri gibi durduğundan, arasıra batıyor. Zira geçen yüzyıl edebi akımlarının mirası olan; zamanı flulaştırarak olayların gözümüze farklı kırılma açılarıyla yansımasını sağlayan, tarih sırası izleme kaygısından uzak durma tekniği, o teyel iğnelerine duyulan ihtiyacı tamamen ortadan kaldırıyor: Elbette ucuz senaryo metinleri yerine, entellektüel bir faaliyet olarak roman okumak isteyen okuyucu için... Yine de, son elli sahifede o bağlantı cümlelerinden tümüyle kurtuluşumuzu neye borçluysak, bir teşekkürü hak ediyor.
Bitirirken şunun söyleyebilirim: Ömer F. Oyal, bana göre artıları ve eksileriyle birlikte bu romanıyla türk romanına üflediğini düşündüğüm soluğunu nasıl rüzgara dönüştüreceğini biliyor, ama henüz farkında değil. Ona buradan, E. Galeano’nun “Ateş Anıları”nda anlattığı türden bir “kahin kuş” göndermek isterim: Kolomb öncesi çoğu mezoamerika yerli uygarlıklarının Olmek kültüründen miras aldığı insan kurban etme geleneği, ölümün, hayatın yenilenmesi olduğunu anlatan yaradılış-kosmos- mitolojileriyle beslenirdi. Güneşin karanlıktan doğduğunu, ölümün yeni bir hayatı yarattığını anlatan, yaşamın sürekli dönüşümünü –ya da metamorfozunu- kutlayan, kutsayan mitolojiler... Ömer F. Oyal, “Hadi öl artık...” Murat Tanakol, 22.05.2015
Yeni yorum gönder