Ömer F. Oyal’ın son romanı olduğunu öğrendiğim, YKY’ndan çıkan “Magda Döndüğünde”yi tesadüfen alıp, okudum. Bir eleştiri yazmaya değer buldum. Çünkü türk romanı için yeni bir soluk olduğunu düşünüyorum. Bu amaçla, eseri üç yönüyle (konu, kurgu, yapı ve örgü) kendi açımdan değerlendirmeye çalışacağım.
Eser, baş kahramanı salih beyin SSCB dönemi doğu türkistanından, nazi almanyasına, oradan 21. yüzyıl türkiyesine uzanan bir kesitte biçimlenmiş inişli-çıkışlı hayat hikayesini konu ediyor. Yazar, romanı bu kadar geniş bir coğrafya ve zaman dilimine yayarken, aralarındaki bağlantıları koparmadan okuyucuyu sürüklemeyi başarıyor. Türk romanında, hele de 21. yüzyılda bunun fazla örneği yok. Sabahattin Ali’den bu yana, romanının ufku Anadolu’nun yaylalarının aşmayı başaran sayılı yazarlardan biri, Ömer F. Oyal.
Bu yüzden, konunun sürükleyiciliği sadece okuyucunun romanın sonuna duyduğu meraktan değil, romanın bu zengin zaman-mekan derinliğine dalma isteğinden besleniyor. Fakat ilk 50-60 sahifeye katlanmak kaydıyla... Çünkü bu o sahifeler boyunca yazar, romanın şimdi ihtiyarlamış halini sunduğu kahramanımızı öyle bir “yavaş çekim” anlatıyor ki, insanın ihtiyarlıktan da, roman kahramanından da kusası geliyor. Bu belki de yazarın bilinçli bir seçimi ama, zaman-mekan zenginliği bu denli derin bir roman, okuyucuya geçirmek istediği duyguyu, bu eziyeti daha az çektirerek de verebilirdi. Uzaması edebi bir zenginlikten çok, yazarın okurla bir türlü barışmamak için adeta bin dereden su getirmesine benziyor. Bize bir romanın nasıl başlamaması gerektiğine dair bir işaret...
Salih beyin yaşadığı koşullar (doğu türkistanın geriliğine çarpıp “kırılan” Devrim, nazi zulmü altında “insanlık”ın en alt sınırlarının zorlandığı Savaş ve başdöndürücü bir hızla türkiyede milleniumu devirip sıçranıverilen Yeni Yüzyıl) ise, insana bir an bile soluklanma fırsatı tanımayan öylesine değiştirici-dönüştürücü ekstrem akıntılar ki, salih beyin yaşamını tanımlarken kullandığım “inişli-çıkışlı” sözcüğünün aslında onu anlatmakta ne kadar yetersiz-kifayetsiz- kaldığını görmeye yeter.
Kelimelerle anlatmakta zorlanılanın romanını yazmak... Entellektüel faaliyeti “ben hayatımı yazsam roman olur” eğretilemesinden kurtaran şey, burada yatar. Çünkü burada kurgu devreye girer. Ömer F. Oyal’ın yaptığı da bu. Bu yüzden ona bir “roman yazarı” olarak teşekkür etmeliyiz.
Yazar, eserini; salih beyin geniş zaman-mekan boyutuna yayılmış hayatından “cımbızladığı” kesitleri, tarih sırası izleme kaygısı olmaksızın içiçe geçirerek kurgulamış. Roman başarısını, aynı zamanda, yazarın zaman ve mekanı içiçe geçirirken bağladığı görünmez ipleri birbirine karıştırmamasına borçlu. Bunca yıldan sonra salih beyin zamanda yolculuğu boşuna yapılmış olmamalı, oradan sızan bir dünyayı aydınlatmalı...
Roman boyunca devam eden bu zamanda yolculuk, salih beyin “hamuru”nun ne ile ve nasıl “yoğrulduğu”na dair ipuçlarını da vererek, “kumaş”ını gözümüzün önüne seriyor. Bu noktada; bana yazarın türk romanı için yeni bir soluk olduğunu hissettiren kendine özgü tarzın “çiçeklenmesi”ne tanıklık ettiğim düşüncesindeyim. Şöyle açmaya çalışayım:
Dünya edebiyatında geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren “underground-yeraltı- edebiyatı” denen bir edebi tür öne çıktı. Aslında “kitaplı dinler”in egemen yorumlarının ahlaki değerler sistemine yataklık eden “iyi / kötü” ayırımıyla beslenmiş kapitalizm eleştirisi oluşu temelinde “batı-merkezli” bu edebiyatın öncülleri, yer yer Alan Ginsberg’in şiirsel anlatımlarında (hatta belki çok daha önce Baudelaire’de), Charles Bukowsky’nin romanlarında vardı. 21. yüzyıla yansıyan örneklerinde göze çarpan en karakteristik öğe ise; “kötü” ve “iyi”nin aynı bedende içiçe cisimleştirilerek kurgulanması aracılığıyla, ahlaki değerlerin soyutluğunu ve sorgulanmasını sağlaması istenen sürekli şiddet görmüş, ayyaş, bağımlı, küfürbaz, genç “anti-kahramanlar”dır. Ve elbette bu yansımayı, kendi “kitaplı dinleri”yle yüzleşmek yerine, esasen Batı’ya öykünmeye heves etmiş türk yeraltı edebiyatında da görürüz.
Ömer F. Oyal’ın roman kahramanları da karakterleri ayrıştırılamayacak kadar “iyilik” ve “kötülük”e bulanmış şahsiyetler olarak ilk bakışta bu “underground edebiyat”ın genel geçer tiplerine benziyor gibi gözükseler de; başta salih bey olmak üzere, ne küfürbaz, ne bağımlı ne de ayyaştırlar. “Aşırılıklar”ı makul denebilecek ya da suda izi belli olmadan silinebilecek cinsten şeylerdir. Üstelik ana kahraman salih bey ölmek üzere bir ihtiyardır. Fakat yazar onları bize öyle bir dayatır ki, underground edebiyatın karakterleriyle okuyucu arasında bir bakıma bir ilişkiyi tanımlayan “köksüz”lük unsurunu paramparça eder. Kabul edip etmeme “tercihi”ni ortadan kaldıran bir zorunluluk ilişkisi sunar. Hani şu hikayeyi hepimiz biliriz: Orada köşede sessizce oturan tutucu nemrut ihtiyar; hani o dedemiz olan ama her bayramda cebimize en okkalı harçlığı koyan moruk. Sırf bunun için, nefesinin kokusuna ve saçma öğütlerine katlanılabilir bir amca... Peki ya, deden eskiden bir Nazi idiyse, yine o gözle bakabilir misin...? Ömer F. Oyal, kötülüğe bulanmış gerçeği romandan çıkarıp, yanıbaşımıza bırakıyor. Amiyane tabirle “underground’ın dibini zorluyor ve yarıyor; ötesine geçmesine ramak kalmış. Bana göre türk romanına kattığı yeni soluk budur.
Bu açıdan onun türk romanının neresinde durduğunu anlamak için, çağdaş türk romanının en usta olanıyla-aynı zamanda dünya edebiyatının en usta olanlarından biri-, O.Pamuk ile kıyaslayacağım elbet. Bana göre O. Pamuk kitaplarını sevmemizin nedeni, aslında olayların, biz sanki onu hareket halindeki bir tren penceresinden seyrediyormuşuz gibi, önümüzden akıp geçmesidir. Bu bence onu usta bir romancı yapan; dünya görüşünü ona en uygun teknikle buluşturarak aktarma becerisinden kaynaklı. Çünkü Pamuk böyle bakmamızı istiyor; istiyor ki, bu topraklarda yaşayanların belki bin yıldan fazladır onlara en ağır gelen olaylara bile nasıl katlandıklarını izleyelim. Tevekkül denilen o hazım süreci nasıl uzun, boğucu ama bir o kadar da geçicidir, görelim. Görelim ki, tevekkül etmenin, bizzat bu durumun farkındalığı olduğu gerçeği içimize ığıl ığıl aksın. Bazen içimizde bunu “kitabın bir tuhaflığı” olarak addedip, okuduklarımızı “hem Pamuk’un tarzı dışına kaçan”, ama bazen de “işte bu” diyeceğimiz yanlarının biraradalığıyla “tuhaf, yeni kitaplar” olarak kabul edelim.
Ömer F. Oyal ise, bizi O. Pamuk eşliğinde herşeyi seyrettiğimiz o tren penceresinin önünden alıp, rayların önüne atıyor. Canımızın yanacağını gösteriyor bize; hatırlatıyor ama itmiyor, öylece bırakıyor: “Bense, ruhum topallayarak, / çekileceğim tahtıma doğru / aşınmış göklerde yıldız oyuklarıyla çil çil / Öyle ışıklı, parlak / gideceğim uzanmağa / tembellikten biçilmiş giysilerimle / yumuşak sahici gübreden bir yatağa / ve sessiz sessiz / rayların dizlerini öperek gelen / bir tren tekerleği dolanacak boynuma.” (Vladimir Mayakovsky- Trajedi.)
Ancak kullandığı edebi tekniklerin hepsinin, romanın ruhuyla tümden uyuştuğunu söyleyemem. Örneğin, salih beyin geçmişini bugününe bağlarken hiç kullanma ihtiyacı hissetmediği (hissetmemesi de gereken), ama bugününü geçmişe bağlarken neredeyse hiç vazgeçemediği bağlantı cümleleri, romanın geçişlerini tutturmaya yarasın diye kullanılıp, sonradan çıkarılmamış gereksiz teyel iğneleri gibi durduğundan, arasıra batıyor. Zira geçen yüzyıl edebi akımlarının mirası olan; zamanı flulaştırarak olayların gözümüze farklı kırılma açılarıyla yansımasını sağlayan, tarih sırası izleme kaygısından uzak durma tekniği, o teyel iğnelerine duyulan ihtiyacı tamamen ortadan kaldırıyor: Elbette ucuz senaryo metinleri yerine, entellektüel bir faaliyet olarak roman okumak isteyen okuyucu için... Yine de, son elli sahifede o bağlantı cümlelerinden tümüyle kurtuluşumuzu neye borçluysak, bir teşekkürü hak ediyor.
Bitirirken şunun söyleyebilirim: Ömer F. Oyal, bana göre artıları ve eksileriyle birlikte bu romanıyla türk romanına üflediğini düşündüğüm soluğunu nasıl rüzgara dönüştüreceğini biliyor, ama henüz farkında değil. Ona buradan, E. Galeano’nun “Ateş Anıları”nda anlattığı türden bir “kahin kuş” göndermek isterim: Kolomb öncesi çoğu mezoamerika yerli uygarlıklarının Olmek kültüründen miras aldığı insan kurban etme geleneği, ölümün, hayatın yenilenmesi olduğunu anlatan yaradılış-kosmos- mitolojileriyle beslenirdi. Güneşin karanlıktan doğduğunu, ölümün yeni bir hayatı yarattığını anlatan, yaşamın sürekli dönüşümünü –ya da metamorfozunu- kutlayan, kutsayan mitolojiler... Ömer F. Oyal, “Hadi öl artık...” Murat Tanakol, 22.05.2015

25%
75%