İskandinav edebiyatı (ve sineması) deyince birçoğumuzun içinde tatlı bir his belirdiğini biliyorum. O bizimkine hiç benzemeyen, buradan bakınca neredeyse efsunlu görünen nevi şahsına münhasır coğrafyadan yazılmış metinler, bizim buralarda hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip. Ben de konu hikaye anlatıcılığı olunca “Kuzey sever” ekipten biriyim. Dolayısıyla Erlend Loe’nin baskısı tükenmiş -ve okuma şansını kaçırdığım- ilk kitabı Naif. Süper’in kaderine terk edilmeyip yıllar yıllar sonra Siren’den çıkmasına çok sevindim.
Norveçli yazar Erlend Loe’yi Doppler ile tanımıştım. Beyaz yakalı, evli ve çocuklu bir adamın medeniyetten vazgeçişini anlatan Doppler, her alanda başarılı kahramanımızın basit bir bisiklet kazası sonucu ormanda saatlerce sırtüstü yatmak zorunda kalması ve neticede ormanın durağanlığını, iç uyumunu, kusursuz dengesini ve sessizliğini keşfetmesiyle aldığı bir kararda odaklanıyordu: “Medeniyete dönmeyeceğim!” Klişe gibi duyulsa da çok güzel anlatılmış bir “ormana yerleşme” hikayesiydi Doppler. Dilek Başak’ın Türkçeleştirdiği metin de beni Loe’nin diline hayran bırakmıştı. Edebiyatın “lafı dolandırmak,” konuları “sündürmek” marifetiyle değer kazanmadığını ispatlarcasına alabildiğine minimal bir hikaye anlatıcılığı benimseyen Loe kısa ama vurucu, bunun yanı sıra mizahı asla ıskalamayan sade cümleleriyle aklımda yer etmişti. Daha sonra İstanbul’da kendisiyle yaptığım bir söyleşide ona bu konuyu sorduğumda minimalizm hakkında şöyle demişti: “Ben karmaşık şeyleri basit söylemeyi seviyorum. Bir sürü kelime kullanan ve bir şekilde o çok sayıda kelimenin arkasına saklanan yazarları sevmiyorum. Ben kısa, doğrudan ve keskin yazmayı seviyorum.” Yazarın 1996’da yazdığı Naif. Süper’in bu açıdan Doppler’den hafif kalır yanı yok… En az onun kadar hızla sadede geliyor, okuru oyalamıyor, bize zaman kaybettirmiyor ve sıklıkla gülümsetiyor…
Naif. Süper, yirmi beş yaşında, yetişkinlik ile çocukluk arasında bir yerde sıkışmış isimsiz bir erkek karakterin hikayesi. (Kitabın sonunda bir maili Erlend olarak imzalamasının dışında karakterin ismi konusunda başka bir ipucu yok.) Bir ergenlik krizinden ziyade bir varoluş krizi diyebileceğimiz buhranlı bir dönem geçiriyor kahramanımız. Bunun bir sürü küçük sebebi var -ailesinin evinde yirmi beşinci doğum gününü kutladıkları gün bir oyunda abisine yenilmek gibi- ama asıl mesele artık yirmi beş yaşında olmak… “Yaşamım son zamanlarda biraz tuhaflaştı. Her şeye karşı ilgimi kaybettiğim bir noktaya vardı,” diyor daha ilk sayfada. Ve doğum gününün ertesi günü büyük kararlar alıyor: “Ertesi gün uyandım ve işlerin eskisi gibi yürümeyeceğini hissettim. […] Bana göre yaşlanmak, ne zamandır bir tür huzursuzlukla alakalıydı. […] Günler başka türlü geçmek zorundaydı artık.” Bunun üzerine üniversiteyi bırakıyor, ara sıra yazı yazdığı gazeteye artık yazmayacağını bildiriyor, stüdyo dairesini boşaltıyor, telefon ve gazete aboneliğini iptal ettiriyor, kitaplarını ve televizyonunu satıyor, bütün eşyalarını annesiyle babasının tavanarasına yerleştiriyor ve iş için bir süre yurt dışında olacak abisinin boş evine yerleşiyor. Burada hayatın yitirdiği anlamını arayacağı, her şeye en baştan nasıl başlamak gerektiğini düşüneceği, kendini ve geçmişini sıklıkla masaya yatırıp didik didik edeceği, uzay, mekan, evren ama en çok zaman gibi bazı derin konulara kafa yoracağı, düşünüp düşünüp sıklıkla duvara toslayacağı, dünyanın gerçeği ile kendi küçük hikayesi arasında bağlantılar kurmayı deneyip bu bağlantıları ekseriyetle kuramayacağı, sevdiği şeyler, sahip olduğu şeyler, onu çocukken heyecanlandıran şeyler gibi türlü listeler yapacağı birkaç hafta geçiriyor. En nihayetinde ona perspektif kazandıracak sürpriz bir seyahate çıkıyor, yol gerçeği pek çok hikayede olduğu gibi onun da kaderini, en azından hayata ve kendine dair düşüncelerini ve duygularını değiştirip, ona pek çok farkındalık kazandırıyor.
Doppler’in kahramanı Doppler’i gerçekten sevmiştim. Bu romanın kahramanı da her haliyle eksiksiz bir Erlend Loe karakteri. Naif, kafası karışık, amatör ruhlu, altın kalpli, çocuksu, yer yer takıntılı bu genç adam basit, dolambaçsız, iyicil ve kendiliğinden komik düşünme biçimiyle başından sona romana yön veriyor. Kitap asıl gücünü bu sade ve süssüz biçimde inşa edilmiş, -o kadar ki- neredeyse şeffaf karakterden alıyor. Loe’nin karakteristik şekilde karanlık ve hüzünlü bir tarafı da bulunan mizahi dili ise kitap boyunca etkisini yitirmiyor; hikayeyi bütünlüyor, atmosferi yansıtıyor. Bahsettiğim söyleşide Loe’ye sorduğum sorulardan biri de bununla ilgiliydi, çünkü Doppler’deki en etkilendiğim şeylerden biri dil; romanın aynı anda hem karanlık hem hüzünlü hem de nüktedan anlatım tarzıydı. Sorumu gülerek cevaplamış, bunun tarzı olduğunu doğrulamış, 17-21 yaşlarında düzenli olarak günlük tuttuğunu, o zaman da bu tonda yazdığını, bunun kısmen karakteriyle, kısmen de yazarlığını geliştirdiği yönle ilgili olduğunu anlatmış, “O zaman seçtiğim cümleler, kelimeler, metnin çatısı, ton ya da atmosfer hâlâ benimle. Yine de galiba o yıllarıma göre bugün daha karanlığım,” diye de eklemişti.
Yirmi dile çevrilmiş ve Loe’nin “en popüler” romanı olarak nam salmış Naif. Süper’in basit ama bilge, bir o kadar da eğlenceli bir kitap okumak isteyen okuru memnun edeceği kesin.
Görsel: Dilem Serbest
SabitFikir arşivinden ek okuma: En büyük orman, başka büyük yok!
Yeni yorum gönder