Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Zaman hakkında bazı mühim masallar



Toplam oy: 939
Aykut Ertuğrul'un iyiden iyiye kendisini belli eden üslubu İki Dünyanın Ustası ile iyice katmerlenmiş gibi görünüyor. Farklı biçim denemelerini özgün bir terkibe kavuşturması dikkat çekici.

Gelecek içimizde tatlı bir uyku çekmektedir de, geçmiş nerededir? Unutuşun tunç kapısını zorlayan hatıralar, nereye gitmek istemektedir? Zamanı genişletip daraltan, bazen bir çembere bazen de tek bir noktaya benzeten nedir? Bir kişinin dilinden nasıl olur da insanlığın o uzun hikayesi dökülür? Belki de fevkalade büyük bir hikayenin içinde yaşıyoruzdur. “Geçiniz efendim, bunlar felsefi sorular, burada edebiyat katından lafımızı sürüyoruz,” diyebilir pekala biri. Nedir, masallar bu soruları hatırlatmak içindir.

 

Aykut Ertuğrul’un üçüncü öykü kitabı İki Dünyanın Ustası, zaman üzerine çokça söylendik meselleri başka gözlerle, özge bir eda ile dile getiriyor. Bir anlatı biçimi olarak masal, Ertuğrul’un kaleminde şairane bir peşreve, ciddi bir nükteye, güldüren bir trajediye dönüşüyor.

 

Kuyruğunu ısıran yılan misali, sonsuz bir döngüye dönüşen hikayeye biz modern okurlar Borges’le aşinalık kazandık. Borges ise o devasa kütüphanesinde doğrudan klasik metinlerden gıdalanıyordu şüphesiz. O yüzden yalnız Ertuğrul için değil, Borgesyen dediğimiz tüm yazarlar için başka kavramlar da aramamızın vakti gelmiş gibi duruyor. 

 

Zaman yolcusunun el kitabı


İki Dünyanın Ustası’nın en ilginç bölümü “Sandık Üçlemesi.” Buradaki öyküleri zaman yolculuğu temalı öyküler kategorisinde değerlendirmek eksik kalacaktır. Sandığını dünyayı kurtarmak için kullanan adamın hikayesi hem bir Hollywood parodisi hem de tadında bir kara mizah anlatısı olarak okunabilir. Sandığıyla hayatının en kötü anına yolculuk yapmaya yazgılı adamın hikayesi ise önemli olanın biçim değil, anlattığın hikaye olduğunu tekrar tecrübe ettiriyor bize. İdeal bir kahraman değil de sıradan birinin sandık vasıtasıyla kendisinden bir kahraman çıkarma çabası ise tam seyirlik bir cümbüş. Adamımız Necati’yi dinleyin hele bir: “O kadar film seyrettim. Doctor Who’nun yılbaşı özel bölümlerini bile izledim. (Allons-y Alonso!) Şu zaman yolculuğu meselesinde hâlâ çözemediğim noktalar var.”

 

Nihayetinde, tecrübeli bir sandık yolcusu olsa da, insanın zaman hakkında bildikleri pek sınırlı. Yine de Aykut Ertuğrul’un öyküleri meseleye başka bir yerden bakmayı becermiş. Hülasa, “Sandık Üçlemesi” benim diyen zamanda yolculuk öyküleri okurunun bile yüreğini kabartacak cinsten.

 

Suyu iyi verilmiş bir kılıç


Aykut Ertuğrul’un iyiden iyiye kendisini belli eden üslubu İki Dünyanın Ustası ile iyice katmerlenmiş gibi görünüyor. Farklı biçim denemelerini özgün bir terkibe kavuşturması dikkat çekici. Nitekim postmodern anlatı tekniklerinin kullanıldığı öyküler, bizatihi tekniğin öne çıktığı, hatta tekniğin öyküyü ele geçirdiği metinlerin enflasyonu her tarafımızı sarmıştı. Tekniğe teslim olmadan, onu istediği gibi eğip bükebilen bir yazar Ertuğrul. Konu seçimlerinin de geniş bir yelpazeye yayılması, kendi içinden çıkıp dışarıyı da görebilen, dışarının sesini dinleyen öyküler yazmasını sağlıyor. Genelde öykülerdeki karakterlerin tek sesli olmasından yakınırız. Ertuğrul, her karakteri için özgün bir ses bulmayı başarmış. Mizah bahsinde de, malumunuz çeliğe verilecek suyun miktarı çok önemlidir. Kılıcı keskin ve dengeli yapan bu suyun miktarıdır. Bu bakımdan, Ertuğrul’un öykülerinde suyu iyi verilmiş bir kılıcın sesi duyulur.

 

 


 

 

* Görsel: Akif Kaynar

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.