Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Okunmaması gereken romanlar listesi: 1. Cüce

Leyla Erbil
İş Bankası Kültür Yayınları

Bahçede, kaktüs saksılarının arasında buldum, kargocu çocuklar niyeyse oraya bırakıp gitmişler, kim bilir kaç gündür duruyor, paket kağıdı yarı yarıya yırtılmış, kapağındaki kırmızılık yarı yarıya gözümü almakta. Daldırdım elimi, kaktüslerin dikenlerine çizdire çizdire çektim çıkardım oradan. “Adı Zenime'ydi." diye kulağıma pütürlü bir ses geldi. Kaktüslerin dikenleri kadar sert, meyvelerinin içindeki su kadar akışkan bir ses. "Zenime, Zenime." diye diye yırttım pejmürde paketi. Leyla Erbil’in Cüce’si, yapılmış üçüncü baskısı, ülkenin engin olduğu kadar muhteşem basım ve dağıtım ağı kanalıyla benim kaktüslere kadar gelmiş. Şimdiye yüz olmalıydı diye söylendim içimden, yüz baskı, bin baskı. Sonra kendime geldim, "Leyla Hanım duysa şimdi, kızardı." dedim; "Bu kalantorluk heveslerini, çok satma arzularını ve kitlelerini de al git başımdan, derdi." Edep takındım, elimde Cüce girdim içeriye.

 

 

 

 

 

 

 

 

Haftalar oldu, aylar oldu daha açmadım kapağını. Tekinsiz tekinsiz bakışıyoruz kimi geceler, nice geceler. "Zenime, Zenime." diye inliyorum. Piyasa ekonomisinin durmaksızın yükselen değerleri karşısında durmaksızın alçalan edebiyatımızı düşündükçe, her türden kahramanlığa soyunup kahramandı, kahramanlıktı bir yana, en basitinden yalınkat bir karakter bile yaratamayan, yaratamadıkça da yaratıklaşıp kurbanlaşan yazarlarımıza baktıkça, insan niye yazar, sonra da oturup niye okur, diye sordukça, çağın gerçeklerine bir güzel yalanlar katıp karıştırdıkça, hepsinden şöyle dumanı tutan bir çorba yaptıkça. "Zenime, Zenime, Zenime…"

 

 

 

 

 

Sorulara cevap vermek,  yaralara merhem sürmek mi? Yok efendim, ne münasebet. Leyla Erbil’in edebiyatı, kendi kendine,  başlı başına açık bir yara. Acıta acıta, kanırta kanırta. “Yaralı doğar bütün insanlar, anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce.” Okur ruhumuz, hayal oburu bilincimizle ise biz hep ondan dilene dilene…

 

 

 

 

 

Yoga felsefesine göre, insanların başkalarıyla aralarında göbekten göbeğe uzanan zarif, ince, gümüşi bir bağ varmış. Masada hep aynı yerde duran Cüce’yi okumadıkça, kapağını bile kaldırmadıkça, kahramanı Zenime’yle böyle bir bağ kuruyorum giderek. Edebiyata ve hayata, yaralara ve isyana, tiksinmeye ve mide bulantısına dair tüm sorularımı ona soruyorum. Gözle görünür, iş güç yaparken elime eteğime dolanır oldu. Kanlı canlı bir insan yerine, edebi bir kahramanla bağ kurmam, yoga felsefesinin dışına çıkmam, başıma dert oldu. Söz gelimi bir soru yöneltiyorsam Zenime’ye, aramızdaki bağ soru işaretine ya da ünleme dönüşüp gümüşi bir dolayımla titreşmekte. Dolayım ve dolanım… Edebiyata verdiğim gönlüm soyutlamaların ve somutlamaların dışına çıkar oldu. Ele avuca sığmıyor Zenime, dili buzdan ve ateşten, ruhu isyandan ve devrimden. Benden çok verip veriştiriyor sanki. Hatta giderek karıştırıyorum veriştireni, o mu, ben mi?  “Ne var ki, dünyada yoksa da bir örneği, modeline rastlanmamışsa da ‘hiç yazar’ın milattan öncede ve sonrada sandığımızdan da çoktur onlar, halkların ‘hiç halk’ olanları gibi ve değillerse mezralarda, işkencede, dağlarda ve bayırlarda ya da toprak altlarında beklemektedirler günlerini unutmayan giderek devleşen bir bilinç gibi.”

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayır değildir o bir hiç yazar, karşılaşmamıştır da onlardan biriyle. Ama aitsiz bir kimliktir Zenime, bir okur olarak benim aitliklerimi de kısa ve küçük makas darbeleriyle kırpmaktadır.  Korkuyorum Zenime’den, ben ona tekstil atölyelerinden çıkma basma kalıp ruhumun atan ipliklerini aldırmaya çalışırken, o makası ele alıp benden yeni bir patron çıkaracak, kesecek biçecek, kışkırtıcı bir model yaratacak benden diye diye, ödüm patlıyor. Açmıyorum kapağını Cüce’nin, ama koparamıyorum, gittikçe kalınlaşıyor aramızdaki bağ Zenime’yle. Baş başa verip dumanı tüten o ne idüğü belirsiz çorbanın başında ağlıyoruz bazen, Zenime itinayla kurduğum iç düzeneklerimi bozuyor, kendisi yeniden kurup, sonra onu da bozuyor, şiirin rüzgarına kapılıyoruz kimi öğle vakitleri, sonra tekerlemeleri sokuveriyor araya, yerel deyişleri –ki hiç yerel değildir kendisi-, uydurma sözcükleri… Ölü sözcükleri diriltiyor bazen geceleri, dokunma şunlara başımıza bela olacaklar diyorum, dinletemiyorum. Hecelere bulaşıyor, onları silkeleyip kendine getiriyor. Haberler giriyor araya, şarkı sözleri... Yüklemler kalkınca ortadan bilinç siliniyor, ruhum geri geliyor sanki.

 

 

 

 

 

Zenime, vahşi içgüdüsel doğamın sesi, Zenime Orta Avrupa mitoslarındaki ormanın derinliklerinde pejmurde kulübesinde yaşayan o vahşi cadı, Baba Yaga’nın kendisi... Yaratmak, var etmek için neyi ya da kimi, yok ediyor hiçlikte... “Ne oldu onca deneyimlerine? Sanki hakkında hiçbir şey öğrenilmeden içine salıverilmiş bir hayatı nasıl tüketeceğini bilemediğinden, o hayatı yaşadığını sonsuzca ‘semah’ ederek kendine unutturmak istiyorsun. Geçip gitmek bilmiyor bunaltın; neye baksan onu görüyorsun; ağzını açmış sana biraz daha yaklaşan kara koyun sürüsünü; önlerinde erkekleri sonsuza değin bitmeyecek yürüyüşü.”

 

 

 

 

 

Bir de: O pek kıymet verdiğimiz rüyaları kötüler, onlara kara çalar gibi çiziyor Mustafa Horasan, ondan da korkuyorum.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.