Geçtiğimiz günlerde Gülenay Börekçi, Egoist Okur adlı blogunda safiyane sormuş; çok satmanın bir formülü var mıdır acaba diye?
Gülenay Börekçi, edebiyatla yaşayan insan; ülkenin, sermaye sahiplerinin, plaza yöneticilerinin şartları ne olursa olsun, tek başına var olmayı başarıyla sürdüren nadide edebiyat gazetecisi... Edebiyat okuru onu bilir, en şahane edebiyat bloglarımızdan biri olan egoistokur’un da sahibesidir. Geçtiğimiz günlerde Börekçi, söz konusu blogunda safiyane sormuş, çok satmanın bir formülü var mıdır acaba diye?
Sorusu havaya değil elbette, bu türden popüler kitaplar basan yayıncılara yöneltmiş derdini. Doğan Kitap’tan Deniz Yüce, Artemis Yayınları’ndan Ilgın Sönmez Toydemir ve Epsilon Yayınları’ndan Meltem Erkmen, çok satma tekniklerine dair düşüncelerini belirtmişler. Öyle güzel cevaplamışlar ki, kendimce onlar adına üzülmedim desem yalan, bu büyük yayınevlerinin yöneticileri sanki çok satmanın değil de gönüllerindeki iyi kitabın, iyi yazarın, iyi edebiyatın formülünü vermişler: Bir çoksatar yazar adayı; çok okumalı, kitap kurdu olmalı, edebi bilgisinin yanı sıra ekonomiden, matematikten, müzikten ve mimariden de anlamalı… Eğilimleri hissetmeli, okurun yüreğine dokunacak bir şeyler bulabilmeli… Özlem ve beklentilere hitap etmeli… Çok satma, para kazanma hırsıyla masanın başına oturmamalı… Yazmadan yapamıyorum, diyebilmeli…
Sanırım yazar adaylarına bir oyun yapmışlar, çoksatma hevesiyle yola çıkanlara iyi edebiyatın yolunu göstermişler çaktırmadan. Ama bu hain oyuna benim gönlüm razı olmuyor tabii, herkesten daha dürüst davranıp çoksatmanın gerçek formüllerini siz okurlarım ve yazar adayları için çıkarıveriyorum ortaya. Buyurunuz altın değerinde on adet özhakiki çoksatma formülüne…
Kendinizi evvela kitabınız yayımlanmış, çok meşhur olmuşsunuz gibi etrafa poz verirken hayal edin. Sizle yapılacak söyleşi sırasında ne giyeceksiniz, saçlarınızı nasıl tarayacaksınız, kimlerle polemiklere girişeceksiniz ve sizi çekemeyecek edebiyat eleştirmenleriyle nasıl cesurca savaşacaksınız? Bütün bu soruların cevabını kafanızda bir güzel oturtun ve ondan sonra yazmaya başlayın.
Tarihi romanlar, eğer hakkını verirseniz, çok satarlar. Ancak burada tarihi bir tür dekor olarak kullanacak, tarihi kahramanları günümüz diliyle ve düşüncesiyle konuşturup hareket ettireceksiniz. Tabii araya o döneme dair sözcükleri sıkıştırmayı akıl edersiniz artık. Eğer varsa, kendi dünya görüşünüz ekseninde tarihe şekil verin. Çok derinine inmeyin, tarihi bir hamur gibi düşünün işte…
Ona, onbeşe kadar yolu var; çok kahramanınız olsun. Öyle işin içinden çıkamam, hepsini ayrı ayrı işleyemem, hikaye sarkar, kurgu karışır falan diye düşünmeyin. Bir dolu karakter varsın hep sizin gibi konuşsun. Laf kalabalığında ne dedikleri zaten anlaşılmaz, çok sesli yazar olursunuz…
Kuantum fiziğine kendinizi yakın hissedin. Olasılıkların büyüsü içinizi sarsın. Okurlar, olasılık hesaplarıyla, bir hikayeyle değil, yeni bir dünya algısıyla karşı karşıya olduğunu sansın. Kaleminizi korkak alıştırmayın, nasıl olsa kimse fizikten anlamıyor.
Hikayenize muhakkak biyografikmiş havası verin. Gerçekte yaşamış birilerinin adı geçsin mesela ya da kıyıda köşede kalmış birileri kahramanlaşsın. Kahraman olmayan birilerini kahramanlaştırmak çok iyi bir fikirdir, zekicedir, yazar bakış açınızı göstermiş olursunuz böylece.
Kitabınızın adına odaklanın. Kitap ismi, içerikten çok daha önemlidir. Dikkat çekici bir ismi olmayan bir kitabın çok satma imkanı da yoktur. İyi bir kitap adının içinde mutlaka; bir parça gizem (Da Vinci Şifresi), bir parça aşk (Git Kendini Çok Sevdirmeden), bir parça sezgisel matematik (Aklından Bir Sayı Tut), bir parça göndermeli kuantum fiziği (Olasılıksız), bir parça naif mutluluk ümidi (Küçük Mucizeler Dükkanı) ya da en azından bir parça tarihi ağırlık (Şah ve Sultan) taşımalı.
Fazla kitap okumayın. Çok okumak yaratıcılığınızı zedeler, dilinizi zenginleştirme tehlikesi de vardır. Okur zengin ve derinlikli dili sevmez, ağır edebiyat insanı olarak yaftalanır depolarda kalırsınız maazallah.
Bütün bunlar bir yana, okuru zekası kıt, vakti kıt, dili ve bilgisi kıt biri gibi hayal edin hep. Zeki ve derinlikli bir şeylere doğru giderse hikayeniz hemen söz konusu okur profilini hatırlayıp kendinize çeki düzen verin. Okuru hayal etmek sizi hızlandıracak, hemen her sene bir kitap yayımlamanızı sağlayacaktır. Her sene bir kitabınızın çıkması da çok mühim tabii, okurun hafızası da kıttır haliyle, unutuverir sizi.
Kitap eklerinin, edebiyat dergilerinin ve sitelerinin yöneticileriyle arkadaş olmak şart. Sadece yayınevinizin bağlantılarına güvenmek yok. Buralardan dost edineceksiniz, akşam yemeklerine çıkacaksınız ki, ne yazsanız, ne deseniz haber olsun. Mümkünse bir yerlerde gezi, yemek, eleştiri gibi şeyler de yazın ki, entelektüel seviyeniz, okura yakınlığınız belli olsun.
Her şey bir yana kendinizden bir kahraman yaratın derim ben. Öncelikle kendinizi bir kahraman olarak düşleyin ve sunun. Şizofrenik, egoist bir ruh dünyanız olmalı. Okur da, yayın dünyası da bunu hemen anlar ve bağrına basar. Yoksa sizden yazar olur ancak, çoksatan yazar olmaz.
Ah, kelin merhemi olsa… Madem çok biliyorsunuz, buyurunuz kendiniz yazınız, çok satınız, çok kazanınız, diyebilirsiz ya, yok, olmuyor, bende her şeyden önce yazar kumaşı yok…
Yıldırım Bey "samimiyet"ten bahsedince aklıma geldi. Elif Şafak söz konusu olunca davullar zurnalar çalan bir edebiyat sitesinin çoksatan kitapları eleştirmesi ne kadar samimidir?
Mesele okunmak olmasaydı, bu eleştiri yazısı da bu internet sayfasında yer almaz, bir günlüğün bir parçası olarak kalırdı, yani az önce okumuş olduğum yazı da okunmak istiyor.
peki o zaman,
- yazmak, okunmak için bir araç mı? (Dickens, Marx)
- yazmak vardır, okunmak da olsa iyi olur mudur? (Dostoyevski, Hemmingway)
- sadece yazmak vardır, okunmak varsa vardır, yoksa yok mudur? (Kafka, herhangi bir intihar mektubu veya şifresi paylaşılmayan bir blog, kilit vurulmuş bir günlük)
- yazmak yoktur, okunmak mı vardır? (muhtemelen yukarıda tarifi yapılan kitaplar)
Bilemedim. Bazen yazmak veya okunmak da siliniyor gidiyor, Salinger gibi, Wittgenstein gibi kitleniyorsun kendi içine. Yazmayı bile reddediyorsun artık.
Benim aklıma tek bir kelime geliyor: "samimiyet"
Samimi olsun da, ne yazarsa yazsın, samimi olsun da ne söylerse söylesin, samimi olsun da ne okursa okusun! Sakıncası yok.
Ayrıca, Quantum Fiziğini anlamak için Quantum Mekaniği kitabı almaya gerek yok. Doğru düzgün anlatıldıysa, neden olmasın?
Şu konuya ise eleştirel yaklaşabilirim:
- Suç ve Ceza'yı alıp, el kitabı halinde çizgiroman yapmak, Suç ve Ceza'nın ismini kullanarak onun yanlış anlaşılmasına sebep olmak ve bunun üzerinden para kazanmak.
- Edebiyat üzerinden edebiyat yapmak...
- Camia hayatı yaşayıp, elit bir edebiyat kültürünü tekelinde tutmak, çok satan yazarlardan kendilerini ayrı tutmak, biz az satıyoruz, dolayısıyla güzel yazıyoruz sanmak... Eleştirmek ama eleştirilmeyi bilmemek.
Lafım kimseye değil, sizin gibi kitap isimleri de vermiyorum eleştirel yazımda. Hatta güzel bir hususa dikkat çekmişsiniz teşekkürler; ama ben okuyana ya da yazana değil;
ama samimi davranmayan herkese,
biraz "yalnızlık" tavsiye ediyorum.
Teşekkürler.
Notos'un 32.sayısında Ekrem Işın ne güzel söylemiş :
“Edebiyatımız gittikçe anonimleşiyor. Herkesin aynı cümleyi kurduğu, aynı metni yazdığı bir edebiyata doğru hızla yol alıyoruz. Kabul etmeli ki, anonimleşmenin kendine özgü bir aurası var. Sizi toplumsal ve bireysel kimlik külfetinden kurtarıp tek bir hedefe, iktidara kilitliyor. Bir bak...ıma iktidar kendi edebiyatçılarını da üretiyor diyebiliriz. Büyük kitabevlerindeki “çok satanlar” köşesi bu anlamda bir iktidar galerisine dönüşmüştür. Az satanlardan ya da hiç satmayanlardan ayrılan ikinci bir edebiyat söz konusudur bugün. Sorun şudur ki, bu edebiyatı, Türk edebiyatının geleneksel omurgasına eklenmiş yeni bir halka olarak mı değerlendireceğiz, yoksa kendi kulvarında ilerleyen bir başka tür olarak mı? Ben ikinci tanımlamadan yanayım. İsterseniz buna “Muhteşem Edebiyat” da diyebiliriz. Çünkü gerçekten bu nitelemeyi çok hakediyor. Masum saraylılar, onlara özenen günümüzün soyluluk budalaları ya da mistisizm küpüne daldırılıp çıkarılmış pastörize aşk temaları yüksek satış rakamları için âdeta birer hazine sandığı. Toplumsal zihin sömürgeleştikçe biat kültürünün edebiyatı da hasadını devşirecektir. Üslup, teknik, kişilik gibi yazarı diğerinden ayıran temel ölçütler artık ayakbağı sayılıyor. Çünkü yükselmenin kolaylığı , emeğin hafifliğiyle dengelenmiş durumda. Dünyanın kenarındaki bu köy kurnazlığı edebiyatımızın zayıf yanıdır. İktidar payandası olduğu için de yapay sorunlar, saplantılı kanaatler etrafında egemenin evrenselliğini meşrulaştırmaktadır. Güçlü yana gelince; o zaten Cumhuriyet’le girilen yeni süreçte inşa edilmiş modernist mirasa sahip. Etik açıdan koltuk değnekleri ile yürümeyen, kendi ayakları üzerinde duran bir edebiyat bu. Onu vitrinlerde göremiyorsak, sığındığı yeri bulmalıyız, bir arkeolog titizliğiyle tezgâh altlarında, arka raflarda aramalıyız. Çünkü sığınak, istilacıların gözünden daima uzak kalmak zorundadır.” (Ekrem Işın mülakatı. NOTOS Sayı:32 Şubat-Mart 2012 “Bugün edebiyatımızın güçlü ve zayıf yanlarının neler olduğunu düşünüyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıt)
Ben de bir güzellik yapayım da hiç satmama formüllerini vereyim:
- Okuru küçümseyin. Onlar hiçbir şey bilmeyen cahil insanlar zaten. Bir kitap çok satıyorsa kesin kötüdür. Hiçbir derinliği yoktur. Okurlar da her zaman öyle derinliksiz kitaplar okur.
- Anlaşılmamak için ekstra bir çaba harcayın. Dilimize zorlama bir şekilde girmiş abidik gubidik ne kadar sözcük varsa kullanmaya çalışın. Hayatın içinde kullanılan sözcüklerden veba kapılabilir. Dikkatli olmak lazım.
- Ne kadar kötü reklam stratejisi varsa hepsini kullanın. Hatta daha iyisi hiç reklam yapmayın. Yukarıdaki yazıda reklamdan hiç söz edilmemiş (nedense) ama bir kitabın çok satmasında reklamın da payı olabilir.
İşin dalgası bir yana, çok satmak neden eleştiriyor anlamadım. Çok satmak veya satmamak mı mesele, yoksa kalıcı olmak mı?
Yeni yorum gönder