Belki de tamamı adında gizli, belki de daha okumadan bütün sırrını “Öyle miymiş?” diye sorarak veriyor. Öyle miymiş, denince bir başkasının anlatıp söyleyip kabul ettiği bir şeyi, ondan duyduklarınla, duyduğun kadarıyla kabullenme, anlaşılıyor. Diğer yandan bu söyleyişte bir inanmazlık, bir istihza da yok mu? Var. Şüphesiz var. İşte Şule Gürbüz’ün son kitabı, dört anlatı metni, bu kelime kalıbına sığıyor, girip içine oturuyor. Bir kitap, bütün bir yazı bir kalıba, bir cümleye, bir soruya sığabilir mi peki? Aynı anda hem evet hem de hayır tabii ki. Eğer Türkçeyi Şule Gürbüz kadar ustalıkla kullanıyorsanız evet, eğer Şule Gürbüz kadar delicesine bir düşünce üzerinde dolanıp duruyorsanız, hayır!
Bana sorsalar, anlatı değil, dört koldan yazılmış bir masal derdim Öyle miymiş? için. Üstelik masalın hem iyi hem de kötü yanıyla, o çift taraflı, üç, beş, sayısız yüzüyle... Masal derdim, çünkü insanı ve dünyayı arıyor; masal derdim, çünkü insanı ve dünyayı ararken bir insan ve dünya kurup anlatıyor. Kendi içinden olağanüstü, kendi içinden kutsal, kendi içinden dokunulmazlıklar çıkarıyor. Varsın çıkarsın, çünkü dünyanın ve insanın da, masalın ve dilin de tadı başka türlü çıkmıyor!
Şule Gürbüz’ün daha önceki kitapları ile Öyle miymiş? arasında şaşırtıcı bir fark var. Benim kişisel olarak erile yaklaştırdığım ama nihayetinde androjen bulup sevdiğim dilinin içinde, dünyevi hazlar, yemek yemek, cinsellik ve türlü insani alışkanlıklar ya yok sayılıyor ya da tiksindirici birtakım zaaflar olarak yer alıyordu söz gelimi Coşkuyla Ölmek’te, yine aynı şekilde Kambur’da. Oysa bu kitabında peygamberlik, evliyalık izleğiyle başlayan ilk anlatıdan itibaren Gürbüz’ün dilinde kuşlar uçuşuyor, ağaçlar hışırdıyor, şifalı otların baygın kokuları geziniyor etrafta, mandalinanın mayhoş tadı, elmanın ekşisi kalıyor ağızda. Yaz sokaklarında kızarmış patlıcan kokuları falan da cabası... Seviyor mu peki bunları Şule Gürbüz? Şüphem yok ki hayır, ama eskisi kadar da tiksinmiyor sanki, ya da insanı ve dünyayı izleyip anlatmada, çaresiz katlanıyor. “Ama ben ekmek arasındaydım, bütün çocukluk ekmek arasındadır. Gezer, sofralarda oturmaz ve eline verileni kabul eder. Hiçbir tencerenin kapağını kaldırıp bakmaz, hiçbir salçalı sosa heyecanlanmaz. Başka yerde tat kalmayınca tat tencerede, o kapağın altında aranır. Başka kokular duyulmaz olunca tencereden kaynama buharının fıkırdattığı ve her fıkırtının kapakta lekeli gölgesini bıraktığı tencerenin soğanlı salçalı kokusuna ‘Oooh!’ denir. İnsan işte bu kadar düşer.”
Doğa, Gürbüz’ün metninde, dilsizliği yakıştırdığımız doğa olmaktan çıkıyor, insanın doğa içindeki dilsizliğine dönüşüyor. Hal böyle olunca da, insan neden doğanın içinde değil de karşısında gibi duruyor, neden bunca yalnızlık duygusu, bu varoluşsal huzursuzluk, eğretilik, sorusu, bu isyanla karışık soru, yazarın dilinin içinde erimeye başlıyor. İnsan aklı aptallaşıyor, ahlak gülünçleşip bir vitrinde bibloya dönüşüyor… “İnsan zayıf, güçsüz, izansız yaratılmışsa buna yaslanıp yaşamak mı gerek? Ağaçların altından sözsüz geçmek, üstüne akan çam reçinelerinin akıttığını toplayamama, gece öten kuşa derdini, yavaşça suya giren ördeğe suyu soramamak ne zor. Bir kainat aptalı geliyor mu diyor şu iri taş, çam bana mı silkelendi. Yabani naneler otların arasında ısınmış kokusunu yayarken arı ile sözü koyultmuş. Bütün tabiat dağ taş kurt kuş arkamdan mı konuşuyor, ‘Konuşun,’ mu diyor hem de ‘Konuşun, nasılsa anlamaz, duymaz, rahatça söyleyin, istese de paylaşamaz.’ Koca ceviz ağacına çıtırtı der, göle durgun, ineğe munis, koyunun yanında durup bir poz aklını beğenir, azcık puhu kuşuna şaşar, onu da sabah namazından sonra geri yatıp uyuyunca unutur. Ya dünya işe böyle, burası esiyor, orası da mı öyle? Benden memnun musun söyle.”
Bir başkasının aldanışının izi
Bu kitabında Gürbüz'ün dilinde kuşlar uçuşuyor, ağaçlar hışırdıyor, şifalı otların baygın kokuları geziniyor etrafta, mandalinanın mayhoş tadı, elmanın ekşisi kalıyor ağızda.
İnsanın ve dünyanın izini sürüyor yazar, demiştim. Bunu yaparken ister istemez “ben” çıkıyor karşına. “Ben”den sonra ise yine ister istemez, bir başkası, yani “öteki” geliyor. “Bir başkasının aldanışının izi”ni sürmeye varıyor iş. “İşte dünyanın izi, bilinebilirliği, bir başkasının aldanışının izi. Herkes bir ize, bir resme, başkasının bir haline aldandı. Asıl tehlike zaten kötü olan ve bilinebilir kötüler değildir ki, kanmak asıl, iyiye ve başka zannedilene kanmadır. Beni bir gören olsa o halimle kuru toprak üstünde, hiç yanıma gelmese de bana bakıp sonra başkalarına ve kendine söyleyeceği bir yalana sahip olacak. ‘Ben gördüm, var,’ diyecek. Beni bir başka resme başka bir aldanışın resmine benzetecek.”
Öyle miymiş?’in en etkileyici metni “Hayır Demeden İtiraz,” bir çocukluk ve büyüme öyküsü gibi okunabilir. Daha doğrusu dünyayı anlama çabası ile ölüm arzusu arasında, ölümden yana ağır basan bir tavır hikayesi. Başlı başına bir novella bile olabilirmiş aslında. Büyümeye çalışan elle tutulur, capcanlı bir karakterin, varlık ve hiçlikte birleşen şiirsel hikayesiyle, bugünden ve dünden, toplumdan ve aileden, gelenekten ve kültürden kopmayan bir yalnızlığı anlatıyor “Hayır Demeden İtiraz.” Kitabın her ne kadar anlatı olarak geçse de şiire ve hikayeye yakın duran hali bu bölüm için de geçerli. Dili, ritmi, anlatım biçimi, biraz klişe olacak ama, gerçekten büyülüyor.
Son olarak bir eleştiriyle ya da sevgili Şule Gürbüz’e bir iç döküşle bitirmek isterim. Gürbüz, dünyevi düşüncesini, insana ve dünyaya dair felsefi bakışını bir an bile unutmadan yazan bir yazar. Öyküde öyle, romanda öyle, haliyle türü gereği anlatıda da öyle… Ancak dili öylesine mükemmel, öylesine mest edici ki, içimdeki bencil okur keşke diyor, keşke bir an için hepsini unutsa, o vakit kim bilir neler olacak!
* Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder