Adı Sahilden Bostancı... Bir ayağı ister istemez Bostancı'da olan, ömrünün büyük kısmı sahilden Bostancı dolmuşlarında geçen bir adalı olarak, dikkatimi çekmemesi mümkün değildi... Genç bir yazarın, Gül Ersoy'un ilk öykü kitabının adı, tanışmak için saklı bir tanıdıklığın izini süren okur-yazar buluşması. Tabii bu buluşmada iyiden iyiye canlanan, yeni bir altınçağa girmeye başlayan öykücülüğümüzün de etkisi yok değil. Her basılan yeni öykü kitabına ister istemez gidiyor elim. Boş döndüğü ise pek görülmüyor. Sahilden Bostancı'da da öyle oluyor. Yeni bir yazar ve yeni bir öykü evreniyle tanışmama vesile oluyor.
Uzun yıllardır pek de farkında olmadan edindiğim bir alışkanlık bu, herhangi bir öykü kitabını elime aldığımda kitaba konan ilk öyküden başlamıyorum hiç. Ya öykü isimlerinden fal tutuyorum ya da kitabı evirip çevirip tesadüfen karşıma ilk çıkan öyküden başlıyorum okumaya. Gül Ersoy'un öykü kitabına da yukarıda açık ettiğim üzere "Sahilden Bostancı" ile başlıyorum ister istemez.
"Parmaklarımın ucunda yürüyerek bir kedi gibi yanına yaklaştım. 'Unutamadığın bir zamanı anlatsana dedim?' dedim. Anlatmaz sanıyordum. Hiç anlatmamıştı ki... Bir an parmakları dondu. Başını öne eğdi. Dudaklarını aralayıp güldü. Gözlerini bana çevirdi. Yeniden çalmaya başladı. Başını geri atıp sırıttı. '85 yazı,' dedi. 'Sahilden Bostancı'."
"Sahilden Bostancı", bir aşkın, bir ilişkinin değişen, daha doğrusu yenilenen imgesi üzerine kurulu. Sayfalarda ilerledikçe görüyorum ki sadece "Sahilden Bostancı" değil, yazar diğer başka öykülerde de imgenin dönüştüğü o kaçak an'ın üzerine gidiyor, çoğu zaman da yakalıyor. Gül Ersoy'un öykülerinin en dikkate değer özelliği kanımca bu.
Gül Ersoy, örneğine pek sık raslamadığımız biçimde, bir dünya yazarı olarak giriyor öykünün sularına. Dünyanın çeşitli yerlerinden kahramanları, dünyanın çeşitli yerlerinde geziyorlar. Başka dünyaların başka dertleri değil ama yazarın bize anlattıkları. Dünyanın neresinden olarsak olalım, dünyanın neresinde durursak duralım bugünden geçmişe ve geleceğe uzanan ortaklaşa bir insani duyarlıktan, insanlık durumundan, hal'den söz ediyor. Ersoy'un öykülerinde işsizlik, asit yağmurları, çocukları en iyi kreşe yazdırma arzusu, aşk acıları, ölüm sızıları, cümle varoluş sıkıntıları; Helsinki'nin karanlık günlerinden güney bölgelerinde sahil boyunca durup duran şezlonglara, Hindistan'ın yağmur ormanlarından Capetown'dan alınmış bir tablonun içine uzanıyor. Dünyanın her yerinden insan ruhuna değip geçiyor.
Sade, süssüz bir dili var Ersoy'un. Dilinin sadeliği zaman zaman anlatısını çoraklaştırma tehlikesine düşürüyor ama. Yazar bu tehlikenin kıyısında duruyor, içine düşmüyor, diyebilirim. Bir de çoğu öykücüde gördüğüm, hemen her öyküyü birinci tekille yazıp öykünün kahramanını hep aynı kişiymiş gibi hissettirme, derdi. Birinci tekilin şüphe çekici gölgesi Gül Ersoy'un öykülerinde de bir görünüp bir kayboluyor, ama ne yine de kahramanların, imgelerin, hikaye örgüsünün önüne geçmiyor.
Yaz zorlamasıyla yer değiştirme günlerine girdiğimize göre benim de bir yaz okuması önerim olsun Sahilden Bostancı. Ruhu sahillerden bıkıp dünyanın başka başka yerlerinde gezmekten korkmayanlar için.
Yeni yorum gönder