Önce derin, çok derin bir soluk alıp öyle başlıyorum Merhume’yi okumaya. Bir dil çılgınlığı gibi başlıyor; neyin ne, kimin kim olduğunu tam olarak anlayamadan Murat Uyurkulak’ın dil evrenine giriveriyorum çünkü. Bu okur için edebi bir tercih: Yazarın kurduğu, ruhunu da, ritmini de kendi soluğuyla üflediği böyle bir dünyanın içine girmek ya da girmemek… Kolay bir tercih de değil üstelik. Hele ki Türkçe edebiyatta postmodern metinlerin karşısına yavaş yavaş yeni toplumcu gerçekçi bir tarzda kaleme alınmış, bütünlüklü hikayelerin çıktığı düşünülürse. Eğer dili kabul etmez, ona boyun eğilmezse Merhume’nin hikayesi asla açılmıyor, açılmayacak önümüzde. Varlığından bile haberdar olmadığımız paralel bir evren gibi içinden geçip gideceğiz, belli. Yazar ile okur arasında o ilk birkaç sayfa içinde yapılan anlaşmanın şartlarını, bu defa daha ağır koymuş çünkü yazar. Edebiyatını tehlikeye atarcasına yapmış hatta bunu.
Hem sayı hem de derinlik bakımından zengin karakterli bir roman Merhume. Kitabın sonunda öleceğini bildiğimiz edebiyat eleştirmeni Evren Tunga’nın son nefeslerinde doldurduğu on dört kaseti dinleyerek başlıyoruz. Devamında Evren Tunga’nın bir yazısıyla işini bitirdiği meczup yazar Yusuf Sertoğlu’nun doldurduğu defterler ve bir günlük parçasıyla hikaye tamamlanıyor. Sokağın dilini edebiyata, edebiyatı müziğe, müziği cinselliğe, cinselliği cinsel kimliklere, cinsel kimlikleri paraya, siyasete, yayın dünyasına, geçmişe ve geleceğe bağlayarak anlatıyor Evren Tunga. Onu evvela erkek zannediyoruz, dilini de biraz tuhaf olmak kaydıyla hani o hep alışık olduğumuz eril roman diline benzetiyoruz. Ama değil. Her şeyden önce Evren Tunga erkek değil! Kadın mı, belki o da değil. Enine boyuna devcileyin bir lezbiyen. Gökkuşağı bayrağı dalgalanmaya başlıyor giderek metnin üzerinde. Annesi bir fahişe, babası abisi de olabilir, bilinmiyor. Ancak abisi ya da babası olan Alper Kenan, varlıklı bir ailenin çocuğu, zengin bir dâhi ve kelimenin tam anlamıyla cüce. Uyurkulak’ı Tol’dan ve Har’dan tanıyanlar şaşırmasınlar, bu kitabında diğerlerinden farklı olarak hemen tüm kahramanları iyiden iyiye absürd karakterler. Peki hikayesi de absürde mi kaymış? Bunu kesin olarak söylemek güç, absürd yanları ağır basıyor evet, ama Uyurkulak kalemini dokundurduğu her yerden zamana, dünyaya ve insanın ruhuna dair sarsıcı ama bir o kadar da uçucu bir gerçeklik duygusu çıkarıp koyuyor önümüze.
Evren Tunga ölüyor, ölürken yoksullukla, cinsiyetle ve elbette edebiyatla derin bir hesap görerek ölüyor. Alper Kenan, âşık olduğu karısı Suna’yı arıyor, bu arayışta zenginlik, akıl, güç ve başarının, diğerlerinin gözünden saklayamadığı bedensel bir ahrazı örtbas etmenin imkansızlığıyla cebelleşiyor. Herkes gibi olamayınca, herkesin hayal ettiği özellikleri taşımak bir işe yaramıyor. Yusuf Sertoğlu ise yayın piyasasının pompaladığı kahraman-yazar imgesiyle cebelleşmekte. İçinden, ta derininden bir edebiyat mı çıkaracak, yoksa piyasanın yediği meczup bir yazar olarak hiçliğe mi karışacak? Gidişat, ikinci ihtimali işaret ediyor.
Belirsiz bir gelecekte geçiyor Merhume. Söz gelimi ülke vilayetlere bölünmüş, tam üç tane gezi direnişi yaşanmış, edebiyat ve kültür-sanat ortamlarının tanıdık yüzleri merhum olarak anılıyor. Bu anlamda zamanın da farkında olan bir romanla karşı karşıyayız. Mekana gelince... Bugün pek çok bildik yazarın adeta çırpınarak bir İstanbul romanı yazmak iddiası malumumuz. Şart mı, gerçekten de bekleniyor mu günümüz İstanbul’unun romanını yazmak, bilmiyorum ama Merhume sanıyorum ki, hem bugünde hem de gelecekte kelimenin tam anlamıyla bir İstanbul romanı olarak kabul edilip hatırlanacak. Tezgel Arif’in kitabından çıkan parçalarla birleşen oryantal İstanbul hikayeleri, şehirde düğümlenen imkansız tesadüfler, barlarda, pavyonlarda, arka sokaklarda eril dil anlatıcılarının bayıldığı o havalı, bıçkın haller, hepsi Merhume’de karikatürleştirilerek hiçleştiriliyor. İstanbul bu hiçin içine yerleşiyor.
Başarılı bir edebiyat eseri nasıl olmalı?!
Her şeyden önce Evren Tunga erkek değil! Kadın mı, belki o da değil. Enine boyuna devcileyin bir lezbiyen. Gökkuşağı bayrağı dalgalanmaya başlıyor giderek metnin üzerinde.
Bir dil evreni yaratmanın, yeni kelimeler üretmek, eskileri bugüne devşirmekten öte bir şey olduğunu gösteriyor bize Murat Uyurkulak. Dilin zamana ve insana bağımlı yapısını birer birer çözüyor. Tam burada Tezgel Arif Efendi’nin metinleri çıkıyor karşımıza. Kısa pasajlar halinde hikayeye dahil olan, romanın sonuna doğru Sertoğlu’nun da isteğiyle aramızdan ayrılan metinler aracılığıyla Uyurkulak, ister istemez çok parçalı, postmodern bir yapıda kurduğu kendi metniyle de alay ediyor, edebiliyor. “Söyle bakalım meşhur edebiyat eleştirmeni ve müstakbel mevta Evren Tunga, başarılı bir edebiyat eseri nasıl olmalı? Ne o, sesin çıkmıyor? Biz sana anlatalım o zaman, nasıl olmalı: Her şeyden önce ince bir işçiliğin eseri olmalı. Dil ve biçim kaygısı ağır basmalı. Dil zaman zaman sayıklamaya, zaman zaman çığlığa dönüşebilmeli. Gerçek tutumlardan beslenmeli, destansı, lirik, hüzünlü ve incelikli olmalı. Dış dünyaya, topluma bağlı etkilenmeleri yer yer kendine dönük duyarlıklarla kaynaştırmalı, özgün tanımlamalarla dikkat çekmeli. Bütün karakterleri aynı kuvvette çizebilmeli, kadın erkek, börtü böcek ayırt etmemeli. Toplumun sorunlarına, güncel gelişmelere duyarlı bir yaklaşım sergilemeli. Bilhassa psikolojik ve toplumsal kurumların baskısı altında kalan insanların yaşadıkları aldatıcı değerlere boyun eğmek zorunda kalışları, aile birey ilişkisi içinde yalın bir dille ortaya konmalı. Korku, ölüm, barış, kadın erkek ilişkisi, özveri, aşk, yaşlılık, gençlik, başkaldırı, özgürlük gibi evrensel temalar, güncel kaygılarla, dünyaya bakış açısıyla, toplumsal gelişmelerle iç içe ele alınmalı.”
Evren Tunga’nın bir kaset içine sıkıştırdığı anlatısının, yani henüz ortada olmayan romanın, metin içinde de eleştirisiyle karşılaşıyoruz. Hikayenin bu noktasında dilde, ritimde bir tür çözülme hissediliyor. Anlatıya edebi ritmini veren Tezgel Arif Bey’in Son Safha kitabının parçalarının sonlanması mı, yoksa okuduğumuz anlatının anlatısının henüz olmamış halinin eleştirisiyle baş başa kalmış olmamızın verdiği o yabancılaşma hissi mi ya da yazarın bilinçli tercihi mi? Bunun sebebi aynı anda hepsi gibi geliyor, bir okur olarak bana. Absürdün absürdü, ironinin ironisi dağılıp parçalara ayrılıyor her şeyin sonunda.
Murat Uyurkulak, Merhume’de sokağın dilinden, o hep hasretini çektiğimiz, cinsiyetsiz bir dil; cümle kötülüğün, pisliğin içinden, var olduğunu umut ettiğimiz, tertemiz, iyicil bir ruh çıkarıyor. Başta erkeklik olmak üzere tüm toplumsal cinsiyetleri çarmıha geriyor. Ölümü gösterip sıtmaya razı ederek, içimize bir parça da olsa sular serpe serpe.
* Görsel: Tayfun Pekdemir
Yeni yorum gönder