12 Eylül’ün üzerinden 29 yıl geçmesine rağmen açtığı yaralar ve etkileri hâlâ silinmiş değil. Günlük yaşamdan bürokrasiye ve siyasete her anlamda sonuçları hissedilen bu dönemin Türk edebiyatına nasıl bir etkisi oldu? Öykümüzü, şiirimizi, romanımızı nasıl etkiledi? Edebiyatçılarımız 12 Eylül’ü nasıl ve ne kadar hissettiler, eserlerine 12 Eylül’ün etkisi ne oldu?
12 Eylül’ün siyasi sonuçları bundan önce defalarca incelendi ve tartışıldı, ancak yaşamın her alanına ışık tutan edebiyatta 12 Eylül darbesinin yarattığı yıkımın çapını mercek altına almaya çalıştık. Bu doğrultuda edebiyatımızın önemli kalemlerine kişisel görüşlerini, edebiyat incelemelerinde ortaya çıkardıkları bulguları sorduk.
12 Eylül darbesinin ardından yüzlerce kitap toplattırıldı. Birçok edebiyatçıya davalar açıldı, gözaltına alındılar, mahkûm oldular. Bazı yazarlar uzun yıllar sürgün hayatı yaşadı. Türkiye’nin birçok aydınını uzun yıllar korku içinde yaşamaya mahkûm eden 12 Eylül darbesinin 29. yılında soruyoruz: 12 Eylül edebiyatımızdan neler götürdü?
12 Eylül darbesi ülkenin üstünden sel gibi geçti. Tüm pislikleri, tortuları toplumun üstüne yığarak. Hala o zehirli çamurun içindeyiz. 12 Eylül öncesi, edebiyatçıların büyük çoğunluğu solcuydu. Gerçi siyasi solcular edebiyatı pek önemsemezlerdi, ama halkın üstünde sol edebiyatın bir ağırlığı vardı.
12 Eylül'den sonra sol siyaset tümüyle yasaklandığından muhalefet büyük ölçüde sanata, edebiyata düştü. Edebiyat 90'lara dek darbecilere karşı demokrasiyi savundu. Ama edebiyatın siyasetten ve soldan arındırılması süreci de aynı yıllarda başladı. 2000'e doğru bu süreç neredeyse tamamlandı. Bugün solcular ve devrimciler edebiyatı yine pek önemsemiyorlar. Ama sol veya solumsu, özgürlükçü demeçler veren edebiyatçıları seviyorlar.
Edebiyat Türkiye'de artık sol değil. Gariptir ki eserlerinden solu kovan edebiyatçıların önemli bir bölümü siyasi kampanyalarda fazlasıyla özgürlükçü ve "sol"cudurlar. 12 Eylül o azgın saldırısının sonunda ülkede piyasacılığı, dinci gericiliği, sonrasında iki türde milliyetçiliği ve ardından liberalizmi geliştirdi. Edebiyatta da şimdi bu eğilimler hâkim. Sonuçta 12 Eylül bugün de ayakta ve edebiyatta da başarıya ulaşmış durumda diyebiliriz.
12 Eylül’ün baskıcı yönetimi siyasetten korktuğu kadar edebiyattan, şiirden de korkuyordu. Özgürlük, eşitlik dizeleri işleyen şairlerin, ozanların mısraları onlar için belki de gerillalardan veya savaştan daha korkutucuydu. Şairler mahkûm edildi, dahası sözcükler de yasaklandı. Devrim, ulus, örgüt gibi birçok sözcük tedavülden kaldırılmaya çalışıldı. Yasaklanan onca sözcük, onca şair, onca şiir uzun süre sadece kuytularda veya koğuşlarda okundu. İşkence sırasında ölen insanların yanına düşüncelerini ve sözcüklerini de katmak istediler…
“Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa’ya”, o giysiyi nokta operasyonuyla Fatsa’nın sırtından çıkarmak isteyenler, Fikri Sönmez’i, onlarca devrimci insanla birlikte, işkencehanelerinde katlettiler. Her dönemde olduğu gibi, 12 Eylül 1980’in öncesi ve sonrasında da, Türkiye’nin şairleri ve şair yürekli devrimcileri, yurdun ve insanlığın onurunu koruma mücadelesinde bayrağı yere düşürmemek için direndiler. 1979’da “Kurmak için yeniden / Günü gelir yıkarız bu şehri temelinden” dizelerini yazan Nihat Behram, Ağustos 1980’de, yıllarca sürecek bir sürgün yaşamının başlangıcında, “Uyandırın anamı, söyleyin gidiyorum, / Yolumu gözlemesin, dönemem belki geri” diyerek dillendirdi acısını. 1979’da, “Yüreğinin pas tutmakta olan kıvrımları / Sarsılsın bir an öfkenin gökgürültüsüyle / Beyninin her hücresi bir gerilla gibi / Kuşansın pusatlarını ve sokağa çıksın / Ve bir hançer gibi saplansın / Puştlukların ihanetlerin bağrına / Bak o zaman nasıl bitecek yanlışlar / Ve cehennemleşen yalnızlığın / Sevdalar duman olmayacak o zaman / Hüznün isyan olmuştur çünkü / Hüznün isyan olmalıdır” diyen Ahmet Telli, “Hüzün ki en çok yakışandır bize / Belki de en çok anladığımız” diyen Hilmi Yavuz’un mütevekkil edâsından ne kadar uzaktadır! “Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün” diyecektir, 12 Eylül sonrasında…1980 Mart’ında, üniversite birinci sınıf öğrencisiyken tutuklanarak idam talebiyle yargılanan Nevzat Çelik’in ‘Şafak Türküsü’, hapislere tıkılan Emirhan Oğuz’un ‘Ateş Hırsızları Söylencesi’, nabız gibi atarlar Türk şiirinde. Nevzat Çelik, “Bir gün mutlaka evet ama nasıl ey ütopya” ve Emirhan Oğuz, “Kan yuvaya döner, bir gün mutlaka diye adlar koydum şiirlere” derken, ‘Bir Gün Mutlaka’nın şairi Ataol Behramoğlu da, 12 Eylül sonrası tutukluluğunun ardından sekiz sene hapis cezasına çarptırılmış ve Paris sürgünü olarak yurdundan uzağa savrulmuştur. Metin Altıok, 1982’de, ‘Küçük Tragedyalar’a, Ernest Hemingway’den bir alıntıyla başlar: “Klimanjaro 6500 metre yükseklikte karlı bir dağdır...Tepeye yakın bir yerde kurumuş ve donmuş bir pars iskeleti vardır. Bu kadar yüksek yerde pars ne arıyormuş, kimse akıl erdiremiyor.” O kadar yüksekte ne aradıklarına kimselerin akıl erdiremediği gencecik çocuklar korkunç işkencelerden geçerlerken, annemiz Gülten Akın, güle, sabra, bir incekara küçücük oğlana, susanlara, ansızın gelene, korkuya, karşıkorkuya ‘İlahiler’le, en yalın ve sahici şeyleri anlamanın şiirlerini söyler.
Yakın tarihlerde gerçekleştirilen bir kopuşun ana dokusunu ayrıştırma, bu kopuşun şiirde açtığı yeni yolları belirleme amacını güden, 1980 Kuşağı Türk Şiirinin Poetikası adlı yapıtı kaleme alan şair Baki Ayhan T. ile 12 Eylül’ün şiire ve şaire olan etkisi konusunda kısa bir söyleşi yaptık. Türk edebiyatının en köklü kolu olan şiirde 12 Eylül’ün etkilerini araştırdık. Bütün Türkiye’yi değiştiren 12 Eylül şiirimizi nasıl ve ne kadar değiştirdi:
12 Eylül öncesi şiirin görevi neydi? Bu görev değiştirildi mi, nasıl değiştirildi?
Bence şiirin hiçbir zaman sabit bir görevi olmamıştır. Şiir dışından gelenler, örneğin siyasi otorite veya bürokrasi, şiire bir görev yükleyemez ve şiirin kendine yüklediği bir görev varsa onu değiştiremez. Ancak şairler, yazdıkları şiirin oturduğu estetik düzleme göre şiire görev yükleyebilir; ama bu yükleme sadece o şairi bağlar. 12 Eylül öncesi dönemde şiire, üzerinde bütün edebiyat kamuoyunun anlaştığı bir görev yüklendiğini söylemek kolay değil. Ancak; 1970’lerde gelişen şiire baktığımızda “toplumcu-gerçekçi” söylem içerisinden şiire bir işlev yüklendiği söylenebilir. Bunun en belirgin ayrıntılarını Mehmet Yaşar Bilen’in 70 Kuşağı Şiirimizi Tartışıyor adlı kitabında yer alan söyleşilerden, soruşturmalara şairlerin yanıtlarından bütün açıklığıyla çıkarabiliyoruz.
12 Eylül sonrası şiirde içerik ve biçim olarak nasıl değişiklikler oldu?
12 Eylül askerî darbesi sonrasında bütün Türkiye gibi Türk şiiri de değişti. Toplumcu-gerçekçi anlayış ciddi oranda güç kaybetti, geriye çekildi. Tabii, o anlayıştaki şairlerin edebiyat sahnesinden tamamen uzaklaştıkları, silindikleri anlamına gelmez bu. Değişimin olumsuz yanı şu oldu: Bazı şairler, sırf toplumcu-gerçekçi anlayıştan uzak durmak amacıyla (ya da zaten o anlayıştan bihaber olduklarından) şiirin içeriğini önemsemediler, sözcük ve hece oyunlarını, söz sanatlarını şiir zannettiler. Bunlar zaten kötü şairlerdi ve kısa zamanda şiirden kopup gazeteci, “stand up”çı, televizyoncu falan oldu. Değişimin olumlu yanı ise, şiirde modern estetik anlayışların gündeme gelmesi, yanı sıra Türk şiiri tarihinin de hiçbir değer göz ardı edilmeden bütünlük içerisinde kavranmasıdır. (Bu da İmgeci anlayıştakilerin İkinci Yeni’ye, Gelenekselcilerin ise Divan’a veya Necatigil’e dönüşleriyle biçimlenmiştir.) Yanı sıra, çok farklı denemelere de kapı açılmıştır. Yeni deneylere açılma ve şiirin bütünlüklü yapısının önemsenmesi 1980’lerin karakteristik özelliklerindendir. Örnekse; Beatnik, Underground vs. söylemler bu yıllarda yeni bir bakış açısıyla gündeme geldi. İlginç bir şey daha oldu: 1980 Kuşağı şairleri, kendilerinden önceki şiiri de etkilediler. 1970’lerde toplumcu-gerçekçi eksende şiir yazan, imgeyi küçümseyen bazı şairler 1980 Sonrası şiirde görülen en kuvvetli damar olan imgeciliğe yakın şiirler yazmaya başladılar. (Bugün de bu tutumlarını sürdürüyorlar.)
12 Eylül öncesi ve sonrası şairlere baktığımızda nasıl bir değişiklik var?
Şair portresi çok değişti 1980’lerde. 12 Eylül öncesi dönemde, doğrusuyla yanlışıyla şair “toplumsal”, “toplumsalcı” bir figürdü. Hatta 1980’lerin ortalarına kadar da bu devam etti. 1980’lerin ortalarında üniversite kantinlerinde en çok okunan şairler hâlâ (birbirinden farklı dünya görüşleriyle) toplumsal yanlarıyla da gündemde olan Attilâ İlhan, Hasan Hüseyin, Ahmet Arif, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi şairlerdi. İkinci Yeni’leri ancak şiirle çok yakın ilgisi olanlar okuyordu. 1980’den sonra ise şairin “toplumsal bir önder” olarak portresi solgunlaşmıştır. Doğrusu yanlışı tartışılabilir ama böyle köklü bir değişimin yaşandığını kabul etmek gerekir. 1980 Sonrası dönemde şair daha çok “bireysel” bir figürdür. Yaşamın her alanında alıp başını giden ve günümüzde tavan yapan “bireysellik” şair figürünün halelerini de belirlemiştir.
Baki Ayhan T.
Edebiyatın neredeyse bütün alanlarını olumsuz bir şekilde etkileyen, değiştiren, baskı altına almaya çalışan 12 Eylül askeri darbesinin edebiyatı kurutma, köklerinden koparma çalışmaları şiirle kısıtlı kalmadı. Daha doğrusu 12 Eylül’ün baskısını sadece şairler hissetmedi. Edebiyatımızın tüm kalemleri bu baskıdan ama az, ama çok etkilendiler.
2006 yılında Bir Tersine Yürüyüş adlı 12 Eylül öyküleri seçkisini hazırlayan Hürriyet Yaşar’la yine 12 Eylül’ü ve edebiyatımıza etkilerini, fakat bu sefer öykü penceresinden konuştuk:
12 Eylül öncesi öykünün görevi neydi? Bu görev değiştirildi mi, nasıl değiştirildi?
Öncelikle burada görev yerine işlev sözcüğünü kullansak sanırım sorunun hedefinden bir kayma olmaz. Böyle baktığımız zaman 12 Eylül öncesi öyküden beklenen nedir, bugün beklenen nedir?
Bu anlamıyla öykünün işlevi elbette değişti. Öncelikle konu bakımından bir değişiklik oldu. 12 Eylül’den once ilgi gören konular 12 Eylül’den sonra ilgi görmemeye, 12 Eylül’den once ilgi görmeyen konular da ilgi görmeye başladı. Böyle bir konu değişikliği oldu.
Anlatım değişikliği de oldu, 12 Eylül Öyküleri seçkimde söz ettiğim anlatım değişikliği de budur. Bir içe kapanma oldu. Kişiler konuşurken yalnızca anlatıcı konuşmaya başladı ki, yaşamın her alanındaki demokrasi açısından bakınca, olumsuz bir değişikliktir bu bence. Öykücünün anlatıcı kimliğine bürünüp yalnızca kendisinin konuşmasının tek anlatım biçimi olarak yaygınlaşması, yaşama tek açıdan bakış sonucunu doğurur.
Yalnızca konu ve işleyiş biçimi de değişmedi, öyküye bakış açısı da değişti. Ben öykücülerin, yayıncıların panellerde konferanslarda artık büyük konuların zamanının geçtiğinin, daha küçük, daha eğlencelik daha bir oyuna benzer konuların işlenmesi çağının başladığına ilişkin saptamalarını, çağrılarını duydum. Süreç de bu yeni saptamaların, çağrıların daha egemen olduğu bir yöne doğrultulmuştu.
12 Eylül’den sonra öykü üç kaba çizgisiyle bence bu şekilde değişti.
12 Eylül sonrası öyküde içerik ve yöntem olarak nasıl değişiklikler oldu?
Yöntemde anlatım değişikliğinin yanı sıra tek açılı anlatım yaygınlaştı. Yalnız bu süreç çok uzun sürmedi ve bir kırılma yaşandı. Özellikle 2000’lerden sonra öykü biraz daha özgürleşti ve zenginleşti. 12 Eylül sonrasının baskıcı dönemini yaşamamış yeni bir kuşak ortaya çıktı. 12 Eylül’ün yumuşamış ya da yerleşmiş koşullarının içine doğan ve o baskıyı taze olarak yaşamamış o kuşak biraz daha özgür. Ben asıl onlardan umutluyum, öyküye yenilik getirebilirse onlar getirebilir.
Öyküde 12 Eylül’den sonra anlatım yönteminde olumlu bir değişiklik olmadı. 12 Eylül sonrası öyküyü geliştiren biçimsel bir değişiklik olmadı. Ancak içe kapanık ve tek anlatıcılı anlatımın bıktırıcı bir yaygınlığa ulaştığını yeniden söyleyebilirim.
12 Eylül öncesi ve sonrası öykücülere baktığımızda nasıl bir değişiklik var?
Sayısal araştırmalar bunu doğrular mı bilmiyorum ama kadın öykücülerin arttığını düşünüyorum. Belki de öykücülerde kadın-erkek oranı eşitlendi bile. 12 Eylül öncesi erkek öykücülerin oranı daha fazlaydı. Elbette bu, sayısal bir araştırmadan sonra kesinleşebilir.
Ayrıca gençlik duyarlılıklarının dile getirilmesinin şiirden önce öyküyle denenmesi gibi bir sonuç ortaya çıktı. Ben bunun da öykü günlerinin ve öykü dergilerinin Türkiye’de çoğalmasının bir yansıması olarak görüyorum. 30’lu yaşlara gelmeden önceki o yoğun duyarlılık döneminde insanımız eskiden şiire yönelirdi içini anlatmak için. Şimdi şiirden de once öyküyü yeğleyenler de var. Oysa eskiden ilk tercih olarak şiir seçilirdi, artık öykü de ilk tercih olarak kullanılmaya ve bir sanat dili olarak şiir gibi yayılmaya başladı. Bunu öykü adına olumlu bir gelişme olarak görüyorum.
Eski öykücülerde nasıl bir değişiklik oldu diye sorarsanız, bırakan birçok öykücü oldu. 80-90 döneminde bir kuruma oldu zaten. Yazanlar arasında da bir güç anlaşılırlık baskınlaştı. Bu ortamda eski öykücülerden çekilenler oldu. 90’ların ortasından sonraki yeşerme ortamında yeni öykücüler, bu kurumayı kırdı.
Eklemek istedikleriniz var mı?
Şimdi nasıl bir süreçteyiz diye soracak olursanız Türkçe konusunda tuhaf bir değişiklik var. Bu da 12 Eylül’ün olumsuz sonuçlarından biri. Özenti bir biçimde, sözcük seçe seçe bir Osmanlıca sözcük kullanımı başladı. Ben bunu Türkçe için, Türkçe öykü dili için çok sakıncalı görüyorum. Bu Türk öyküsünü geliştirecek bir değişiklik değil. Tam tersine, geri götürecek bir değişiklik. Dayanıklı dil, özleşen dildir. Dayanıklı olan dil yabancı sözcük oranı fazla olan dil değildir. Bugün divan edebiyatı örneklerinin anlaşılamaz olmasının nedeni de budur. Karacaoğlan’ın hâlâ yaşıyor olmasının nedeni de budur. Esendal’ı okuyabiliyoruz ama Halit Ziya Uşaklıgil’i sadeleştirmeden okuyamıyoruz. Bu da dil seçiminin bir sonucudur. Halit Ziya Uşaklıgil de yapıtlarını kendisi sadeleştirmek zorunda kalmıştır.
Hürriyet Yaşar
GECİKMİŞ VE YETERSİZ 12 EYLÜL LİTERATÜRÜ :
Hani atölyelerde ve devlet dairelerinde bazen araç gereçlerin zaten çok yıpratılmalarına rağmen; angarya iş, uğraşı ağır gelir, yada çok
sıkıntı basar ve ara verilmesi için mühendislerden veya müdürlerden gizlice hep bir iş kazası yapmaları beklenirdi, kaza sonrası bazen çay içilir yada o günler paydos olarak evde tatil halinde geçirilirdi ! 12 eylülün darbe günü olarak seçilmesi, okulların öğrencilere işkence olarak erken başlaması düşüncesindeki bir emekli öğretmene ait olmalı.
Daha önceden okul gezilerini kaçırarak eşdeğerlilikle 12 eylül öncesi okullardan atılan öğrencilerin büyük kalabalıklar oluşturdukları, çok ders çalışanların havasızlıktan yürüyüşlere katılamadıkları tahmin edilebilir, askerlikleri gelenlerin hep kaçtıkları, nişanlı taklidi yapanların bazılarının derslerinin iyi gittiği, bir yıl gibi bir sürede hapislerde biraz ders çalışıp askerlik yapmış sayılmaları konusunda emekli, yaşlı bayan hocaların anaç tutumlarından destek bekledikleri sanılabilir. Sonradan başbakan yardımcıları da olan o korkunç, kısa boylu , saf, cahil, yumuşak görünümlü savunma bakanlarınızı kimlerin seçtirildiklerini hepiniz artık tahmin etmişsinizdir.
Öğrenci olaylarına katıldıkları için vatandaşlıktan çıkarılmak, gıyaben yargılanıp sürgüne gönderilmek de normalde pahalı olan yurtdışı turizmi olarak bir Avrupa ülkesinde işsiz veya köylü olarak yaşamak için yeterli, geçerli birer bahane sayılıyordu hatta bazı iktidar değişikliklerinde en azından kariyer yerine bile geçiyordu.
Bazen Vecdi Sayar, Fatih Özgüvenlere de iyice söyleyemediğim, aktüel sinema filmi yönetmeni olarak "yönetmen yokluğunda artık bazı hapisten kaçan fotoğrafçıların yönetmen olarak sayılması gereği" düşüncemde olduğu gibi çelişkin halin ifadesine gülünebilir. 12 Eylül faciası; birçok sinema filmi seyircisi başından hiçbir olay geçmemiş ve macera yaşamamış olduğu için utanç içinde iken; ve çevreleri eti burçak maka büsküvitleri kutularla yemekten bıkmış iken; büyük ihtimalle aynen bu paragrafta açıkladığım cümlelerimle uyarmış olmama rağmen; önceden tahmin ederek birkaç hikaye ve makale kitabıyla önceden önerileriyle de önleyebilir halde olmuş olan "Burçak Evren"lerin lüzumsuz işlerle koşuşturması nedeni ile geç oluşmuş bir dönem edebiyatı !
Artık 2000 yılından sonra durum, eleştirmen yayıncı Ömer Türkeş"lerin doğum günlerini 27 mayıs 1960 olarak ilan etmelerinde kimselerin yadırgayamayacağı bir halde.
Ayrıca uzun süreç sonrasında Üniversite arkadaşlarımdan yarısı biraz saygın birer beyefendi veya hanım hatta hiç yoktan oturdukları yerlerden paralar kazanan reklamcılar, TV müdürleri , üniversite profesörleri olsaydı bu yazıyı yazmazdım, neyse !
google.com/+değeriskender
Yeni yorum gönder