Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Edebiyatın başına gelen en kötü şey




Toplam oy: 662
Son zamanların metne bağlı en güzel eleştirileri Seyrek Yağmur ile ilgili çıktı. Barış Bıçakçı'nın röportaj vermeyişinin konuyla ilgisi yok, diyebilir miyiz peki?

Barış Bıçakçı’nın yeni kitabı Seyrek Yağmur’u çözümlemek için okurların elinde şu deliller vardır: Kitap kapağı ve kitap arkası yazısı birer adet, yazarın doğduğu yer ve yıldan başka pek bir şey içermeyen özgeçmiş, Google görsel aratma algoritmaları yüzünden ebediyen yüzüne giydiği Seyfi Teoman fotoğrafı, bugüne kadar yazdığı romanlarla kurduğu edebiyat evreni, yarattığı kahramanlara karşı hissedilen tanışıklık duygusu, Bıçakçıvari diye ayrışan parmak izi gibi üslubu.

 

Barış Bıçakçı’nın kitabı tanıtmak için röportaj vermemiş olması, elde romanı açıklayacak bir cevap anahtarı olamaması demek. “Yazar olarak burada ne anlatmaya çalıştım” adlı, son zamanlarda bütün tembelliğiyle edebiyat eleştirisinin üstüne çöreklenen monologdan mahrum bırakıyor bizi Bıçakçı. Tipik bir Bıçakçı romanından değişik oluşu büsbütün boşluğa itiyor okuru. Bu boşlukta bazı şahanelikler ortaya çıkıyor. Okurla kitap arasına yazar girmiyor. 

 

Eğer bir inceleme yazısı yazsaydım, Seyrek Yağmur’a dair benim yorumum, Bıçakçı’nın, son dönemlerde “sad-com” olarak adlandırılan absürt-gerçekçi, hüzünlü-nihilist Amerikan komedisi denemesi yaptığı olurdu. Başkahraman Rıfat’ı ve kitabın epizodik kurgusunu Will Forte’nin komedi dizisi Last Man On Earth’e, özellikle de Zach Galifianakis’in dizisi Baskets’a ne kadar benzettiğimi yazardım. Belki de vazgeçerdim, hiç kitap diziye benzetilir mi diye. O zaman Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sının erkeklik halleri üzerine uyarlandığı fikrini işlerdim. Belki benim yazıma cevap vermek isteyecek biri çıkardı.

 

Seyrek Yağmur üzerine yazılmış inceleme yazılarını lütfen okuyun. En son ne zaman bir kitap üzerine yazılmış yazıların birbirinden alıntı yaptığını, saygılı bir imayla katıldıkları ya da farklı düşündükleri konular üzerinden “birbirleriyle konuştuklarına” şahit oldunuz? En son ne zaman bir roman kahramanı hem Kafka’ya hem Vüsat O. Bener’e ait oldu? Bir karakter kasten mi yoksa başarısızlıkla mı böyle yazılmış diye sorgulandı? Ne zaman bir kitap hem postmodernist hem büyülü gerçekçi, hem sığ hem üstkurmacalı diye sınıflandırıldı?

 

Son zamanların metne bağlı en güzel eleştirileri bu kitap ile ilgili çıktı. Herkes ayrı bir fikri savundu. Aynı kitabı mı okuduk diye düşündüm ama kafama yatmayan yazıları da büyük bir zevkle okudum. En beğenmeyenler bile müthiş bir sevgiyle, samimi bir kırgınlıkla yazmışlardı. Barış Bıçakçı, bir seyrek kurmacayla edebiyat eleştirisini sıkı sıkı ördü, birleştirdi. O kadar da seyrek değilmişiz dedirtti. Daha ne olsun? Röportaj vermeyişinin konuyla ilgisi yok, diyebilir miyiz?

 

Bir Amerikan icadı

 

George Plimpton, The Paris Review edebiyat dergisini 1953’te kurduğunda, yazar röportajına yeni bir boyut kazandırdı: Diyalog biçiminde yazılmış deneme yazısı.

 

 

Edebiyat röportajı, Charles Dickens’ın ve Oscar Wilde’ın 1800’lerin ikinci yarısındaki Amerika turları sırasında ortaya çıkan bir “icat.” İlk denemeler, yazarların söylediklerinden çok dış görünüşlerinin ve bulundukları mekanın tasvirine odaklanan paragraflar halinde yazılır. 20. yüzyılın başlarında gazetecilik etkisi altında daha sorgulayıcıdır. İkinci Dünya Savaşı döneminde bir ara anketler moda olur, neredeyse kişilik testi gibi. Dünya yavaş yavaş “ünlü yazar” kültünü benimsemeye başlar. Toplumsal, politik, estetik ve ahlaki konularda fikir beyan etmenin gücünü tadar yazarlar. 

 

Röportajı yapan da önem kazanır, hikaye anlatıcı odur çünkü söyleşi dengesinde. Foucault, bu ilişkiyi “günah çıkarmaya” benzetir. Güç, dinleyen tarafındır. Anlatan inandırıcı olmak için bir performans sergiler. Bu dengesizliği ortadan kaldırmak ve mutlak yaratıcı kontrol için Nabokov, 1964 Playboy röportajında kendi sorduğu sorulara yanıtlar vermiş. Mark Twain, bir yazarla röportaj yapılmasını onun yazılarını bedavaya getirme çabası olarak gördüğünü yazmış “Concerning The Interview” makalesinde. Üstelik, konuşmanın yazıya döküldüğünde ruhunu kaybettiğinden söz etmiş. Buna karşın 250’den fazla röportaj vererek, “ünlü yazar” olarak kariyer yapmanın yolunu da açmış. Twain edebi mirası ve nasıl hatırlanacağı üzerinde söz sahibi olmanın yöntemi olarak görmüş röportajı, bir tür otobiyografisini dikte ettirme seansı.


The Paris Review tekniği

 

George Plimpton, The Paris Review edebiyat dergisini 1953’te kurduğunda, yazar röportajına yeni bir boyut kazandırdı: Diyalog biçiminde yazılmış deneme yazısı. İlk sayının editör notu, röportajların edebiyat eleştirisi karşıtı olduğunu duyuracaktır. The Paris Review, eleştiriyi edebiyat dergilerindeki buyurgan tahtından indirecektir. Dergi, özellikle edebi metni yazarından ve bağlamından bağımsız inceleyen dönemin moda eleştiri ekolü “yeni eleştiricilik” karşıtıdır. The Paris Review, röportaj yapacağı yazarları kariyerlerinin olgunluk dönemindeki edebiyatçılar arasından seçer. Uzun tek bir konuşma gibi okunan röportajlar yıllar süren çalışmanın sonucudur. Konuşma sona erdikten sonra hem yazar tarafından hem de dergi tarafından sorular da yanıtlar da mutlaka tekrar yazılır. Hemingway röportajı tam dört yıl sürmüştür.

 

Plimpton, röportajlar sayesinde, yazıları için telif ödemeden ünlü yazarları dergisine almanın, isimlerini kapağa yazmanın yolunu bulmuştu. Satışlar iyi gidiyordu. Dior, ilk defa bir edebiyat dergisine ilan verecekti. 

 

Münzevi Thomas Pynchon

 

1963’te ilk romanı V çıktığında Thomas Pynchon için “münzevi” sıfatını kullanan yine Plimpton’dı. Yıllar sonra Gravity’s Rainbow ile Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandığında, ödülünü almak için ortaya çıkmayacak, gizli çekilmiş görüntülerini yayımlamak isteyen CNN’e telefonla bağlanıp, “Münzevi, gazetecilerin uydurduğu bir laftır; röportaj vermeyi sevmeyen anlamında,” diyecektir. Münzevilik, Pynchon’un mizah duygusunu pek engellemez. The Simpsons’da başına kese kağıdı geçirilmiş animasyon halini seslendirir: “Gelin de münzevi yazarla bir fotoğraf çektirin!” 2014’te The Paris Review, 1 Nisan şakası olarak sahte bir Pynchon röportajı yayımlar.

 

Edebi başarısı ile popüler münzeviliğinin ortak bedelini, hakkında çıkan söylentilerle öder. Pynchon’u bulmak, deşifre etmek akademik bir uğraş olduğu kadar bir muhabirlik işine dönüşür. Pynchon, McCarthy döneminden geçmiştir, romanlarındaki politik mesajların başına iş açacağından korkar belki. Belki de “ünlü yazar” fikrinden kaçmaktadır. Kaçtıkça etrafında oluşan kült statüsü artar. Münzevi Pynchon olmak büyük bir prodüksiyon, kârlı bir endüstridir.

 

Kurmaca röportaj bir yazar yaratır

 

Birkaç ay önce Art Winslow Harper’s dergisinde bir komplo teorisi ortaya atıldı. Adrian Jones Pearson imzasıyla yayımlanan Cow Country adlı roman aslında Thomas Pynchon’un yeni romanıydı. 

 

Pearson, romanın tanıtım bülteninde kurmaca bir röportaja yer veriyor. Röportajda yazarın biografisiyle birlikte sunulan romanın değerini kaybettiğini, romanın değil yazarın okunduğunu söylüyor. Bu nedenle her romanını ayrı bir isimle yayımlamaya karar vermiş. Yazar kimliğini yalanlarla mümkün olduğunca saklayacakmış. Thomas Pynchon olup olmadığı sorulduğunda ise cevabı şudur: “Her çağdaş romancı gibi ben de endüstriyel bir icadım.”

 

 


 

* Görsel: Nora Yeksek

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.