Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Farklı çıkmışsın biraz”



Toplam oy: 656
Hakan Bıçakcı
İletişim Yayıncılık
Uyku Sersemi’nde rüyaların yanı sıra İstanbul’un insana tedirginlik ve endişe veren dönüşümünü de başarıyla bir korku unsuru olarak kullanmış Hakan Bıçakcı.

Kahraman Kara yirmi dokuz yaşında; çevirmen, bir yandan editörlük ve redaktörlük de yapıyor. Tarlabaşı’nda yaşıyor. Liste hazırlama hastalığından mustarip Kahraman Kara’nın günleri senelerdir uğraşmakta olduğu “İstanbul Kitabı” için çalışarak geçiyor. Reklam yazarı sevgilisi Elif’le, iş çıkışı buluşup yemek yiyip film izledikleri, pek de tutkulu olmayan bir ilişkileri var. Ikea’dan döşenmiş evinde kedisiyle yaşıyor.

 

Bir gün, kitabındaki en önemli bölümlerden birini oluşturacak kitapçının kentsel dönüşüme kurban gidip kapanacağını öğrenince morali bozulsa da pes etmiyor ama kitabın sayfalarını bir bir yırtan gizli el de boş durmuyor; pastanenin, sinemanın, ilk kitapçının yerine geçecek ikinci kitapçının da kapanacağı haberi kabus gibi çöküyor Kahraman’ın üstüne.
Bir sabah o uyurken fotoğrafını çekiyor Elif. Fotoğrafa bakınca kendisi yerine bambaşka bir adamı görüyor Kahraman. Elif meseleyi “Farklı çıkmışsın biraz” deyip geçiştirse de, Kahraman bunu uyku sersemliğine bağlasa da işler bambaşka bir hal alıyor, ilk bölümün sonunda Kahraman şöyle diyor: “O alelade pazar sabahından sonra, hiçbir şeyin bir daha asla eskisi gibi olmayacağını anlamıştım.”

 

Uyku Sersemi Hakan Bıçakcı’nın altıncı romanı. Üç bölümden oluşan roman daha ilk bölümün girişindeki paragrafla bile tipik bir Hakan Bıçakcı metni okuyacağımız müjdesini veriyor; ilk sayfadan romanın hem sakin hem de gergin, tedirgin eden, rahatsızlık veren ama tuhaf bir biçimde boğuculuktan uzak atmosferini hissettiriyor.

 

 

Kahraman’ın önceleri yalnızca uyurken, sonraları uyanıkken başka bir adama dönüşmesi, “İstanbul Kitabı” projesinin baltalana baltalana yüzbinlerce basılıp dünya dillerine çevrilecek güncel bir İstanbul rehberinden İstanbul’un artık olmayan tarihi mekanlarını anlatan bir nostalji kitabına dönüşmesiyle paralel ilerliyor. Bu dönüşümün yarattığı psikolojik gerilim metnin içinde tekrar eden cümlelerle, ve rüyalarla yansıtılıyor. Uyku, rüyalar ve kabuslar Bıçakcı’nın bu romanında da başrolde ama bana göre bu kez kahramanın yaşadığı an ve rüya katmanlarının geçişli halinin bir muğlaklık yaratıp, kurgunun ana zamanını zedelemesini istememiş yazar. Örneğin Karanlık Oda’nın isimsiz kahramanının rüyaları romanın zamanını tamamen muğlaklaştırıyor, rüya, şimdiki zaman, geçmiş hepsinin birbirine karışmasını sağlıyordu. Oysa Kahraman ister tek bir rüyadan ister iç içe geçmiş rüyalardan uyansın, daima kurgunun ana zamanına dönüyoruz. 

 

“Ben hiçbir zaman dışarıdan gelen canavarları, yaratıkları, uzaylıları korku unsuru olarak görmüyorum, tam tersi onları öldürüp birbirine sarılan o insanları, o babaerkil toplumu korku unsuru olarak görüyorum. Var olan düzeni sorgulamaya çalışıyorum,” diyordu bir röportajında Hakan Bıçakcı. Uyku Sersemi’nde rüyaların yanı sıra İstanbul’un insana tedirginlik ve endişe veren dönüşümünü de başarıyla bir korku unsuru olarak kullanmış. Devasa bir şantiye alanına dönen İstiklal Caddesi, caddede daima hazır bekleyen tomalar ve polisler, alüminyum inşaat perdelemeleriyle ulaşılmaz hale gelen deniz, kentsel dönüşüm sebebiyle yıkılan apartmanlar, birer birer kapanan dükkanlar, Arap turistler, yol kesen tinerciler, belediyenin mega video ekranları, içinde kimsenin yaşamadığı lüks siteler... Yani çoğumuzun tanıklık ettiği İstanbul kabusuyla Kahraman’ın ilişkisinin ipucu, “İstanbul Kitabı”nın başındaki Calvino alıntısında: “Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir.”

 

 

 


 

 


Görsel: Seda Mit

 

 

 

 


 

 

 

 

Hakan Bıçakcı'nın bu yeni romanını kaleme aldığı çalışma masasının ayrıntıları için tıklayınız!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.