Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

BirKlasik // Olağanüstü bir deniz serüveni



Toplam oy: 489
Edgar Allan Poe // Çev. Ayşe Betül Gürcan
Alakarga
Denizler, okyanuslar, uzak diyarlar neden bu kadar etkilemişti Poe’yu bilemiyoruz. Muhtemelen çocukluk döneminde yaptığı iki gemi yolculuğunun çağrışımları var. Ama o çocuksu hayalgücünü bir yetişkinin mantık zinciri ve olgun bir edebiyatçının üslubuyla birleştirmesini çok iyi biliyor.

Nantucket’lı Arthur Gordon Pym’in Hikâyesi, kısa öyküleriyle tanınan, gotik ve fantastik edebiyat geleneğinin önde gelen yazarlarından Edgar Allan Poe’nun 1837 ile 1839 yılları arasında tamamladığı yegane romanı.


1809 yılında Boston'da doğan Poe’nun kırk yıllık yaşamı, çocukluğundan başlayarak, acılar içinde geçmiş; kumar ve alkol tutkusu nedeni ile üniversiteden ve askeri akademiden atılmış, karısı veremden ölmüş, borçları ona bir dergi çıkarma şansı bile tanımamıştı. Buna rağmen kısa yaşamına bir roman ve hikaye kitapları sığdırmakla kalmadı, kitaplaşmayan bir dolu şiir, deneme ve eleştiri yazısı da bıraktı arkasında.


Poe’nun yaşamındaki bütün uyumsuzluklar, buhranlar, fırtınalar edebiyat ürünlerine eksiksiz yansır. Poe'ya tutkunluğu ile bilinen ve onun Fransa'da tanınmasını sağlayan Baudelaire'in, yazar hakkında söyledikleri Poe’nun trajedisini çok güzel özetler: "Ne kadar içler acısı bir trajedidir Edgar Poe'nun yaşamı! Onun ölümü, başarısızlığı yüzünden ürkütücülüğü artmış korkunç bir sondur! Okuduğum belgelerin tümünün bende uyandırdığı ortak kanı, Amerikan Birleşik Devletleri'nin Poe için geniş bir hapishaneden başka bir şey olmadığı yolundaydı. Bana sorarsanız Poe, havagazıyla aydınlatılmış bu büyük barbarlıkta değil, daha temiz kokan bir dünyada nefes alabilmek için yaratılan varlığının ateşli çırpınışları içinde arşınlıyordu hapishanesini. Bu sevimsiz çevrenin etkisinden kurtulabilmek için gösterdiği sürekli çaba, onun bir şair ve hatta bir ayyaş olarak iç dünyasını, ruhsal yapısını belirleyen tek etkendi."  Denizler, okyanuslar, uzak diyarlar ise neden bu kadar etkilemişti Poe’yu tam olarak bilemiyoruz. Muhtemelen çocukluk döneminde Amerika ile Avrupa arasında yaptığı iki gemi yolculuğunun çağrışımları var. Ama o çocuksu hayalgücünü bir yetişkinin mantık zinciri ve olgun bir edebiyatçının üslubuyla birleştirmesini çok iyi biliyor.


Arthur Gordon Pym'in olağanüstü serüvenine giden yola "Bir Şişede Bulunan El Yazması" adlı hikayesiyle çıkmıştı Poe. Bu öykünün anlatıcısı, Cava adalarından başlayan bir gemi yolculuğuna katılmıştır. Her şeyin son derece sakin göründüğü, geminin rüzgarsızlık nedeni ile yerinden kıpırdamakta zorlandığı bir anda, anlatıcı bize bir tehlikeden bahseder; gördüğü bulut, sam yellerinin habercisidir. Artık merakımız kışkırtılmıştır. Nitekim aniden baş döndürücü bir hız kazanır hikaye; fırtına patlamış, kamaraları basan su nedeni ile bütün tayfalar ve kaptan boğulmuştur. Sürüklenen gemide, kahramanımız yaşlı bir adamla birlikte dehşet içinde akıbetini beklemektedir. Birden, kapkara denizde hızla sürüklenen bir gemi çıkar karşılarına. Geminin yaşlı tayfaları bilinmeyen sözcükler mırıldanmakta, anlatıcıyı ise fark etmemiş gibi görünmektedirler. "Sonra karanlıkların içinde dikilen, belli belirsiz, kocaman buzdan duvarlar ve kutuplarda, dört ağızdan okyanusu yutan bir uçurum." Poe, anlatıcının ve eski geminin yaşamın öte tarafında olduğunu açıkça söylemeden sezdiriverir.

 

Bilinmeyen coğrafyaların ürpertisi


Nantucket’lı Arthur Gordon Pym’in Hikâyesi romanında anlatılan ise, Grampus adlı gemiye kaçak olarak binen Nantucketlı Pym'in başından geçen gerilimli ve olağanüstü serüvendir. Ancak Poe kendisini geriye çekmiş ve yazar rolünü Arthur Gordon Pym’e bırakmış. Kurguya göre roman Poe’nun ısrarı ile kaleme alınıyor.


İçindeki serüven tutkusunu yenemeyen Pym, arkadaşının babasının kaptanı olduğu gemiye köpeği ile birlikte kaçak olarak biniyor. Daha yolculuğunun tadına varamadan, kanlı bir isyana şahit oluyor ve sağ kalan iki tayfa ile birlikte kurtarılmayı bekliyor azgın okyanus dalgalarının ortasında. Poe, açlıktan birbirlerini yemeye hazır, ama ahlaki değil araç gereç yokluğundan bu işi gerçekleştiremeyen insanların vahşileşen duygu ve düşüncelerini hem ürkütücü hem de mizahi bir dille anlatınca, ortaya çok canlı bir deniz macerası çıkıyor. Sona yaklaşıldığında da Antartika’ya düşüyor gemi. Roman buradaki “vahşiler”in attıkları, bir tür dini ayini hatırlatan çığlıkları ve “Şimdi bizi almak için bir uçurumun açıldığı çağlayanın kollarına doğru büyük bir hızla koşuyorduk. Ama yolumuz üzerinde, kefene sarılmış ve hiçbir insanın olamayacağı boyutta kocaman bir insan sureti belirdi. Ve suretin teni kar gibi beyazdı,” cümleleriyle noktalanır.


Noktalanır, dememiz sözün gelişi; Nantucket’lı Arthur Gordon Pym’in Hikâyesi aslında Poe tarafından tamamlan(a)mamış bir romandır. Tamamlanmamış demek pek doğru sayılmaz; belki de Poe, okuyucuda tam da böylesi bir tamamlanmamışlık hissi uyandırmak ya da büyük sırrın ifşasını başka yazarlara bırakmak istemiştir. Gerçekten de Pym’in kabusunu açıklamaya çalışan ünlü isimler çıkacaktır ortaya. Mesela Poe ile Baudelaire’in çevirileri sayesinde tanışan Jules Verne’in Buzlar Sfenksi, bu bitmemiş hikayeyi sona erdirme denemelerinden ilkidir. Daha derin bir etkiyi fantastik-korkunun büyük ustası Lovercraft’ın hikaye ve romanlarında görmek mümkün. Umberto Eco da, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı inceleme kitabında anlatı yapısını tartıştığı Nantucket’lı Arthur Gordon Pym’in Hikâyesi’ne, Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi romanında göndermeler yapmıştır.


Poe’nun karabasanları, okuyucuyu hayrete düşürmek, veya korkutmak için kaleme alınmış biçimsel öğeler değildir. Denizin ortasındaki uçurumlar, bilinmeyenin ürpertisi, beyaz kefenin temsil ettiği ölüm, Poe'nun yaşamındaki korkuların simgesidir. Özellikle "Kalabalıkların Adamı” hikayesiyle Walter Benjamin'in de ilgisini çeken Edgar Allan Poe, "19. yüzyıl Amerikan edebiyatında romantik eğilimleri, lanetli sanatçı damgası ile Eski ve Yeni dünyayı, Amerika'nın edebiyata yansıyan öncü ruhu ve heyecanı ile, Avrupa'nın düşünsel, estetik ve metafizik kaynaklarını bir araya getiren bir doruktur."

 

 

 


 

 

 

Görsel: Eren Su Kibele Yarman

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.