Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir Trakya güzellemesi



Toplam oy: 1189
Ferhat Uludere
Yitik Ülke Yayınları
1001 Fıçı Bira, neyin ne olduğunu mükemmelen anlatıyor.

Ferhat Uludere’nin ikinci baskısını Yitik Ülke’den yapan kitabı 1001 Fıçı Bira, herkesin rahatlıkla okuyacağı ve karakterlerini benimseyeceği bir kitap. Burgaz’a kıstırılmış sakinlerinin hayatı, okurunun hayatına benzese de, benzemese de.



Kasaba çocukları genelde şehre gitme hayali kurar. Bir kısmı bu hayali gerçekleştirme girişiminde bulunacak kadar gözükaradır. Aralarından pek azı da, hayallerini gerçekleştirmek üzere şehre (hele İstanbul’a) yerleşecek kadar azimli ya da şanslı olur. 1001 Fıçı Bira'nın kahramanı, olup bitenlere onun gözünden baktığımız Feryat da böyle biri. Kasabasından ayrılmış, İstanbul’a gitmiş. Yazar olmak istiyormuş, basılı kitabı olmasa da yazmakta olduğu bir kitap var. Zaman zaman İstanbul’dan Burgaz’a dönüyor. Kısa bir süre kalıp geri döneceğine kendini kasaba hayatına kaptırırsa eğer, şehir gözünde uzaklaşıyor. Kasabada “İstanbullu” olmaktan kaynaklanan forsu da yavaş yavaş sönüyor. Bir kez daha Burgazlı oluyor, onlardan biri.



Ancak bu sefer işler daha farklı. Gerçi kendini gene Burgaz’ın kısırdöngüsüne kaptırıyor, akşamı nasıl bitirdiklerini hatırlamayacak kadar içiyor, dostlara İstanbul haberleri veriyor ama, Lüleburgaz’ın bu sefer ona bir sürprizi olmuş. Ne yaparsa yapsın unutmayı başaramadığı büyük aşkı Şehrazat da kasabada. Üstelik de onunla ilgileniyor sanki ve Feryat’ın zaten sağlam olmayan dengesini büsbütün bozuyor. Öyle ki, dost muhabbetlerinde ikide bir Şehrazat’tan söz ederek arkadaşlarını da sinirlendiriyor.

 



"Acayip" karakterler

 

 

Benim gözümdeki ezeli-ebedi ünvanı “asistan” olan Ferhat Uludere (MSM’deki ilk asistanımdı), kısa hikayelerinden sonra, kıymetli Burgaz’ının merkezinde olduğu bir roman yazmış. Yazmış derken, lafın gelişi, yazılışına da tanık sayılırım. 1001 Fıçı Bira, efsanevi Kel Şükrü’nün oğlu Feryat’ın şahsında, kasabanın insanın ruhuna nasıl işlediğini, kendini kurtarsa bile geri döndüğünde yeniden bu çarka kapılmanın ne kadar kolay olduğunu da anlatıyor. Bir de aşk var tabii, ki ben bunun büyüklüğünün de kasabanın amansız kapanıyla bir şekilde ilgili olduğuna inanıyorum.



Adını, Trakya’nın en iyi mezecisi Şükrü Usta’nın sonradan kapanan yerinden alan 1001 Fıçı Bira, mekanı, anakarakter niteliğine büründüren romanlardan. Burgaz’ın (elden bir şey gelmez, çünkü kitapta ender olarak hakiki, genellikle takma adlarıyla tanıdığımız şahısların hepsi oraya Burgaz der) hepimize doğrulttuğu silahlardan biri de, İstanbul’a yakınlığı. Kadıköy’den otobüsle gittiğimiz bir Beylikdüzü Kitap Fuarı’ndan hayli geç çıkıp ya otobüs olmazsa nasıl döneriz endişesine kapıldığımda Ferhat, “Aldırmayın hocam,” demişti, “şuradan bir vasıtaya atlayıp Burgaz’a gideriz. Ne de olsa, İstanbul’dan yakın.”



Gerçi yazara yakınlığım, tarafsızlığımdan fire verebileceğim endişesi uyandırabilir, oysa 1001 Fıçı Bira'nın ilk baskısını okuduğumda aşırı eleştirel davranmıştım. Benim tanıdığım Ferhat’ı temsil eden karaktere, “Şehrazat! Şehrazat!” diye inlemeyi yakıştıramamışımdır belki. Oysa bu ikinci baskıda, yazarın kasaba olayını gerçekten başarılı bir şeklide sunduğunu fark ettim ve hakkını verdim. Burgaz, her kasaba gibi, ona alışmış sakinleri üzerinde, artık orada yaşıyor olmasalar bile, hakimiyetini koruyor. Kimileri, Gonz gibi, hatta Gürsel gibi, bırakıp çıkamıyor. Feryat ve Göksel gibi şehre göçmüş karakterler bile onun çekimini her daim hissediyor.

 


Karakterlere gelince, iyi anlamda “acayip” olduklarını düşünüyorum. Onlara ait hikayeleri ağızdan dinlerken çoğuna tuhaf ama canayakın kahramanlar gözüyle bakardım. Yazılı olunca da bir şey değişmemiş. Ancak bu arada ben onların çoğunu tanıdım. Örneğin efsanevi Kel Şükrü’nün salon dediğimiz yerden içeri girip vakarla koltuğa yürüyüşü gözümün önünden gitmez. Zevcesi Nevriye hanımı pek severim. Şükrü Bey ile “yiğit” namına layık büyük oğlu, öyle baskın karakterlerdir, tipleriyle de bu baskınlığı öyle desteklerler ki, ilk gördüğümden beri, ikisinden de nefis çizgi roman karakteri olacağını düşünmüşümdür.



Geri kalan ise, kızlar da dahil olmak üzere, içkici tayfa. Kitabın tanıtımında dendiği gibi, “bir çiçekçi deposunda” (Gonz’un mekanı), “okul bahçesinde, evlerin avlusunda, duman altı dernek lokallerinde ve hatta mezarlıkta” içip duruyorlar. Üstelik öyle keyifsiz içişler ki bunlar, hani insan bir ay mecburen katılsa içkiden ikrah gelir diye düşünüyorum. Oysa belli yerlerde her akşam içen herkesin içişi böyledir de, içerken ikrah duymak aklına bile gelmez.

 


Hadi, kitaptaki isimleriyle söyleyeyim: Göksel, eli açık, iyi huylu bir astsubay asker kardeşimizdir, bir öğrencimizle evlidir. Aslında heykeltıraş olan, kafayı bulunca heykel almayanlara küfreden Kayhan’ın eve taşınınca bana hediye ettiği tablo, on bir yıldır arkamdaki duvarda durur. Gene bu evde ağırlama şerefine nail olduğumuz Gürsel, düpedüz cinstir. Kültür-sanata yakın bir kardeşimizdir, hazırcevaptır. Ercan, Engin, Kola, Malik yabancımız değildir. Gonz’un annesi Selime hanıma, oğlumuz İstanbul’da biraz daha kalabilsin diye uydurduğumuz yalanın haddi hesabı yoktur.

 

 

Ve Gonz’un kendisi, tabii. Feryat onun resme, şiire-yazıya, oyma gibi elişlerine heves ettiğini anlatıyor. Böyle deyince yapamazmış gibi geliyor insana. Oysa hepsini yapar, çok kabiliyetlidir. Elinden kurtulacak iş yoktur. Bazen acındırmak için telefon edip, “Ev başımıza yıkılıyor,” diyorum. “Bir hafta gel, kurban olayım.” Ama Feryat/Ferhat, ikinci günü emekliliğini istediği konusunda haklı. Gerçi bizde bir hafta dayanır kaçmadan ama, iş yapma değil de bir yerde çalışma fikrine alışamadı bir türlü. Yıllardır o çiçekçi dükkanında kalmasının tek nedeni, kendince orada çalışmayıp Malik’e “yardım etmesi”dir. Kimsenin adını, Ferhat hariç, açık etmeyecektim Murat ama, sen adını da vererek bir gazeteye kitabı anlatmışsın. Onun için sana ismen de bir selam sarkıtayım dedim. Nasılsa bütün Burgaz, Gonz deyince kimi kastettiğimizi biliyor.



Burgaz, her şeyin başı, her şeyin sonu. Çocuklarının çoğunun kendini bir türlü koparamadığı bir yer. Orada muhabbet eder, oturmuş içerken, her şey birbirine karışıyor, birbirinin içinde eriyor. “Alkolle seyreltilmiş zamanlardı bunlar; tarihler net değil, anlar muğlak. Yaşamı ve zamanı yakalayabildiğimiz yerden anımsıyorduk. Bu anımsamaların çoğu da net değildi; bazen başka şeylerle karıştırıyor, neyin ne olduğunu tam çözemiyorduk.”



Oysa 1001 Fıçı Bira, neyin ne olduğunu mükemmelen anlatıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.