Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bizim gülünç kıymetsizliğimiz



Toplam oy: 997

Michael Foley’in Saçmalıklar Çağı kitabını okumayı bitirir bitirmez başlasaydım bu yazıya, insanlık hallerini deşifre eden ironik bir zeitgeist anatomisi diye tarif edecektim coşkuyla. Üşendim, erteledim, kitap mayalandı, kendi kendini doğrulayan bir kehanet gibi, koca bir saçmalıklar kitabına dönüştü. Foley ile aynı fikirde olmak pasif emekli hayatı yaşamak için genç, potansiyelini tamamına erdirmek için geç kalmış bir demografiğe dahil olmak demek.

 

Kabullenmeme hakkımı kullanıyorum. Başka bir tür kabullenmeme, ışıklı kapitalist tünel içinde yaşamaya devam edenler ve tünelin sonunu karanlık görenler için de geçerli. Kim kendini şımarık, sorumluluktan kaçan, her şeyi istemeye ve sahip olmaya hakkı olduğunu düşünen biri olarak görmek ister? Bu yaşlı Foley kendi işine baksın.



Büyüyünce ne olmak istersin? Bilmiyordum tabii sonsuz gelecek seçeneklerinin koca bir yalan olduğunu. Bir kere büyüyünce oluncak şeyin bir meslek değil, ortak bir ekonomik bilince ait olmak olduğunu hiç bilmiyordum. Sonradan kariyerin olacak meslekte en az bir yılı geçirip, oyunun kuralının “herkesin yapmak istediğini önce sen yap, herkesin olmak istediğini önce sen ol”  olduğunu fark ettiğin andır büyüme. Masumiyetin sonu. Hırslarınla tanışırsın. Yüzleşme sonra.



Hayatının bundan sonraki bölümü ait olma çabasıyla geçecektir, daha sonrası ise ait olduğunu sandığın grupları elinde tutmaya çalışmakla. Bir hayat tarzına, bir camiaya, bir semte, bir mekâna, bir logoya ait olma. Başlarda egon yüksektir, id doyumsuzdur. Kendini layık görürsün her şeye. Paranın, insanlara zorlandıkları işleri kolayca yaptıran bir vazelin etkisi olduğu gerçeğini hafife almayalım. Para, sizi diğerlerinden ayırır, başkalarıyla birleştirir. Araba, ev, kartvizitte afili bir titr, yurtdışı tatilleri, cv’ne yakışacak bir sevgili. Yeter mi? Bende var, sende yok! Satın aldığım şeyler, sonunda benim sahibim olacaklar. Ama ben henüz bilmiyorum bunu. Şimdilik satın aldıklarımın beni tanımladığını düşünüyorum.



Başarının tanımı değiştikçe kendini başarısız hissetme sendromundan muzdaripsindir ama kimseye söylemezsin. Ulaşılmayanı kovalamaya devam. Mutlu olduğunu hissetmek değil, mutlu olduğunun başkaları tarafından onaylanmasıdır önemli olan. Dışardan mutlu ve başarılı görünen bir hayat sürdürmenin dayanılmaz ağırlığı. Ha bir de networking yapmayı unutma. Kendinle ilgili hava atacak bir konun yoksa, konuşacak şey de kalmamıştır artık. Sosyal medyada paylaşılmaya değmeyecek faaliyetlere vakit ayırmaya gerek yoktur.



TGIF. Her haftasonu düzenlenen, geleneksel, uluslararası para harcama maratonunun ilk günü. Reklamcıların ve pazarlamacıların peşinden koştuğu hedef kitle sensin. Hedeftesin yani. Kitleliğini bil! Ait olmanın tek şartı var: Tüketmek. Artık büyüyünce ne olduğunu öğrendin: Tüketici.



Pazartesi. Hiç kimse vazgeçilmez değildir havası var ofiste. Buram buram statü kaygısı kokuyor ortalık. Kriz geliyor diyorlar. Borcu olan özgür olabilir mi? Kazandığın para zaten hiç senin olmadı. Harcamadan önce bir süre elinde tutuyorsun o kadar. E şimdi zaten senin olmayan paranın yok olma ihtimali niye bu kadar korkutuyor? Banka hesabı, facebook hesabı, kalori hesabı. Elde var sıfır. Materyalistik ağız sulanmalarını, yaşam felsefesi hatta politik duruş olarak şekere katıp yutturma çabalarıyla kimse vakit kaybetmesin. O çok imrendiğin başkalarına dönüştüğün an, kendinden nefret edeceksin.



Sanki biri içini okumuş ve içinde gizlediğin, herkese fark atma dürtünü biliyor ve bununla sana şantaj yapıyor. Ruh satılması böyle gerçekleşiyor işte. Satın al. Göster. Beğendir. Tüket. Tekrar et.



Tükettikçe ölümsüzlüğe yaklaştığımızı hissetme yanılgısıyla öleceğiz hepimiz. Ama ölmeden önce yapılacak çok iş var. Gençleşmek mesela. Çünkü ne yazık ki, büyümenin yan etkisi yaşlanmak.



Bir manifesto



Saçmalılar Çağı, aforizmalar ve önermelerle dolu bir monolog, bir manifesto. Bütün monologlar gibi sayıklamalarla yoldan çıkıyor. Kategorize etmek zor aslında. Genel olarak popüler felsefe kitabı denebilir. Alain de Button yazsaydı, bu fikirlerden 5 kitap çıkarırdı. Modern çağı yaş ayrımcılığıyla kötüleyen, kızgın ama tatlı sert bir ses. Kendiyle, akranlarıyla dalga geçmesi ne hayata karşı duyduğu hayal kırıklığını saklıyor, ne de genç kuşağı eleştirmesine engel oluyor. Ünlü filozof, psikolog, edebiyatçılar ve sinirbilimcilerle ve onların öğretilerinden alıntılarla yüklü bir metin. Kişisel gelişim kitaplarına burun kıvıracak, entellektüel elit okurun, kendini okumaya değer bulması gayreti büyük. Buda, Freud, Sartre, Camus, Joyce ve Proust akil kişiler heyeti olarak destek çıkıyorlar Foley’in argümanlarına.



Bu argümanlara göre, ortalama dışı insanların hayatlarını anlatmak edebiyat; bireylerin kolektif karakterini çizmek sosyoloji; insan davranışlarına bahane bulup onları suçsuz ilan etme çabaları psikoloji; insanı anlayıp kusurlarıyla kabul edip affetme yolları felsefe oluyor. Bütün bunların dışında kalan açıklayamadıklarımız ise sinirbilimin konusu olan genetik faktörler.



Yıllardır günah keçisi yapılan, kötü karakter tanımıyla eş anlamlı olarak kullanılan ego aslında kifayetsiz. Asıl Kayzer Söze, id. “Tarihte şimdiye kadar hiç bu kadar fazla kişi bu kadar fazla şeyi bu derece fazla istememişti, İd, tarihte hiç bu kadar pohpohlanmamış, hiç bu kadar şımartılmamıştı.”  Bireysel kimlik, grupsal kimliğe dönüşmeden id rahat etmiyor. Ortak noktaları ise narsist bir öz-beğeni. Bu yeni varoluşçu bakış açısı,“insan, doğası ve seçimlerinden sorumludur” diyen Sartre’ı haksız çıkarmaya niyetli. Sorumluluğu reddeden, kendinde hak görme çağının insanları yeniden tanımlıyor varolmayı. İşlerine gelen ise determinist yani eylemlerin nedenlerini insanın kontrolü dışı faktörlerde arayan öğretiler. Yine de ısrarla mutluluğun sorumluluk almakta olduğuna ikna etmeye çalışıyor Foley. Mutluluk reçetesinde ikinici sırada kopuş var. Ses, görüntü iletişim aygıtları yüzünden asla mutlak olarak yalnız olamama hali sürekli dikkat dağıtmakta. Arkadaş toplumu denen şey bireyin güvensiz, korkak, zayıf ve kıymetsiz oluşunu maskelemekle meşgul. Ah bizim gülünç kıymetsizliğimiz.



Bu noktada, jenerasyon farkı, Michael Foley’in argumanlarının geçerliliğine çelme takıyor. Tamam sosyal medyanın ve gelişen iletişim teknolojilerinin insan davranışları ve kimliği üzerine olan etkisini tartışalım ama gerçek kopuşun sadece kitap okuyarak, çevirimdışı olarak, misyoner posizyonunda sevişerek olabileceğini savunmayalım olur mu Bay Foley? Senin Ulysses’in başkalarının World of Warcraft’ı. Bunu kabul et.



Mutlu son



Ölümden söz eden kişisel gelişim kitabı olur mu hiç? Ölümün var olduğunu bile kabullenmek potansiyelin bittiğini kabullenmektir. Peki, potansiyelin bitiminden, gerçek ölüm gelene kadar olan süreyi nasıl değirlendireceğiz? Yazara göre bizi bilinçli bir aksi olma hakkı, müteşekkirlik duygusu ve geç dönem yaratıcılık fırtınası bekliyor. Bir de sürpriz konuk var.



Eğer her birimiz, yaşamı boyunca bir kayayı tepe yukarı itmek zorunda olan birer Sisifos isek, Camus’nün dediği gibi, mutlu olmak elimizde. Çünkü Sisifos, kayanın sorumluluğunu alır, zorluktan kaçmaz. Karşılığında kaya da ona destek olur. Kayayı tepeye ulaştırdıktan sonra istediği şekilde, farklı yollardan aşağıya özgürce iner ve cesaretle bu olayı tekrarlar. Ta ki, bir gün artık tepeden aşağıya inmeme zamanı gelene kadar. O an işte tepede bekleyen sürpriz konuk Godot’dur. Çünkü Godot tembel tembel kendisini bekleyenlere, hiç çalışmadan Godot’yu hak ettiğine inananlara görünmez. Filmin sonunda Godot ve Sisifos, el ele gün batımına doğru ilerler. Sizi bilmem ama bu gülünçlük beni mutlu etti bile.



Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.