Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bombay Blues



Toplam oy: 999
Jeet Thayil
Ayrıntı Yayınları
Bir romanın yeraltı edebiyatına dahil edilmesi için o roman mutlaka şiddet, cinsellik ve madde bağımlılığı gibi öğeleri, argo bir dili mi barındırmalı? Elbette hayır.

Hindistanlı yazar Jeet Thayil, ilk romanı Narkopolis'te 70'lerin Bombay'ını anlatıyor. Batılı turistleri ya da uzaklarda saklı cennetlerin bulunduğuna inanan modernizm kaçaklarını çeken bir ülkede, ülkenin karakteristiğini en iyi yansıtan şehrindeyiz. Ancak otantizme, Şark'ın büyüsüne kendisini teslim etmeye hazır zihinleri cezbedecek bir hikaye peşinde koşmuyor Thayil. Narkopolis Hindistan kültürüne, giyim kuşamına, örf ve adetlerine bel bağlamayan, kısacası oryantalist arzuları kışkırtmayan, tersine kentin ve toplumun çürümesine tanıklık etmenin hüznünü yansıtan bir roman. Yazar Bombay'ın yeraltına, kerhane ve keşhanelerin sıra sıra dizildiği sokaklara çağırıyor okuyucusunu; pezevenkler, uyuşturucu satıcıları, gangsterler ve oraları mesken tutmuş bir dizi insanla tanıştırmak için. 

 

Narkopolis'in kazandığı başarılara rağmen, Thayil, ülkesinde daha çok şair, şarkı yazarı ve gitarist olarak tanınıyor. Yazar biyografileri ile romanlar arasında ilişki kurmayı sevenler için bir hatırlatma yapalım; Thayil biraz önce sözünü ettiğim mekanlarda, sokaklarda geçirmiş "hayatının kayıp 20 yılını." Şimdi tanıklık ettiği, deneyimlediği o hayatı Narkopolis'te bütün çıplaklığıyla sergilerken, muazzam ve bir o kadar da darmadağın bir metropolün, Bombay'ın otuz yıla yayılan dönüşümünü anlatıyor. Şairliği ile tanınması ise boşuna değil. Uyuşturucunun, seksin, ölümün, sapkınlığın, bağımlılığın, sevginin ve insanların inandıkları tüm tanrıların hikayesini şiirsel bir dille bağlamış birbirine. Ölmek üzere olan bir şehre, şehirle birlikte miadını dolduran afyon bağımlısı bir nesle vedanın müziğini dinliyoruz. Hüznü, umudu, özgürlüğü ve derin acıyı yansıtan hikayeleriyle Narkopolis Bombay Blues'a dönüşüyor. Bu hikayenin başrolünde bir kent var; anlatıcıysa yazar değil, bir afyon piposu.

 

 

“Anlatıcı bir afyon piposu,” dendiğinde masalsı bir anlatı gelebilir aklınıza. Oysa fantazya ile hiç ilgisi yok hikayenin. Fantastik olan Bombay'ın yırtıcı gerçekliği. Bütün romana damgasını vuran afyon piposu, hikayenin asıl anlatıcısının -yıllar sonra Bombay'a dönen Dom Ullis'in- zihninin bulanıklığını işaret eden bir metafor. Pipo ile arasındaki ilişkiyi çok güzel betimliyor Ullis: "Gece geç saatte, komşularım uyuduğunda ufacık odamda kendime bir yer açtım, gaz lambasını ve pipoyu yaktım. Ve işte tüm bunlar, piponun bana anlattıkları. Ben sadece yazdım, kelimeleri ardı ardına dizdim, aynı kelimeyle başlayıp aynı kelimeyle bitirerek, Bombay."

 

70'li yılların sonlarına doğru, belaya bulaştığı New York'tan düzelmesi için Bombay'a gönderilen uyuşturucu bağımlısı genç Ullis soluğu Raşid'in yerinde alacaktır. Dimne'nin hazırladığı piponun dumanını çektiğinde, o dünyaya geri dönüşsüz bir adım atmıştır. Yavaş yavaş tanır keşhanenin çalışanlarını ve müdavimlerini; iki karısında bulamadığını Dimne'de arayan Raşid, annesi tarafından küçük yaşta satılan, hadım edilerek kerhanelerde satılan Dimne, Dimne'ye afyon piposu hazırlamayı öğreten Çinli Bay Lee, ABD'de eğitim görmüş ama Hindistan'da bir türlü dikiş tutturamamış Rumi, pezevenk Salim, Hindular, Müslümanlar, kast sisteminin en aşağısında yer alan yoksullar... Yavaş yavaş ilerleyen romanda anlatıcı tek tek ilgileniyor onlarla. Hikayeler hikayelere açılırken roman evreni de genişliyor. Ancak romandaki bütün karakterlerin önüne geçen, en rahatsız edici yaşam öyküsü ile Dimne oluyor. Yoldan sapmışların, fahişelerin, pezevenklerin, uyuşturucu satıcılarının, keşlerin ve hepsinin arasında geçmişsizliğiyle hayatta kalmaya çalışan bir hijra'nın -Dimne'nin- hikayesi. Ama arka planda da büyük bir değişimi anlatıyor Narkopolis. Afyondan eroine geçiş, feodal yapıların tasfiye edilip moderniteye geçişin, Bombay'ın ve Hindistan'ın değişiminin, ahlak ve moral değerleri de kapsayacak şekilde büyük bir çöküşün hikayesidir aslında. Ullis yirmi yıl sonra döndüğünde fark edecektir. Eskinin özlenecek bir yanı olmadığının farkında olmakla birlikte ismi de dahil her şeyiyle yenilenmiş Bombay, üçüncü dünya metropollerinin “gelişme” denen sefaletini yansıtmaktadır. 

 

Yeraltımız böyle olsun


Uyuşturucu bağımlılığı deneyimi, uyuşturucu kullanılan anların birebir tutulmuş kayıtlarıyla yazılan Narkopolis'in Burroughs'un Junky'si ya da Thomas de Quincey'nin Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları'yla kıyaslanması şaşırtıcı sayılmaz. Ancak Thayil'e ilham verenin uyuşturucu kullandıktan sonra içine düştüğü hayal aleminin değil, uyuşturucu dünyasının gerçekleri olduğunu unutmamak gerekiyor. Thayil bu dünyayı ne övüyor ne de eleştirip ders vermeye niyetleniyor. Yeraltını ve edebiyatını özümsemiş bir yazar olarak mevcut durumu olduğu gibi anlatmak istemiş. O hayatı yargılamıyor, onun üzerinden ahlakçılık yapmıyor. Sınırı, kuralı, iyileri, kötüleri yok. Çünkü yeraltında böyle kavramlar yok. Öyleyse Narkopolis'teki insan tiplerini ahlaki bir zeminde tartışmanın bir anlamı da olmayacak. Zaten Thayil böyle bir okumaya izin vermeyen bir hikaye yazmış. Böyle bir dünya var, diyor sadece. Yeraltına itilmesi görünürlüğünün olmadığından değil. İkiyüzlü ahlakın bu dünyayı görmek istememesinden. Aslında bu dünya tam da yerin üstünde bir dünya. Bizim yalanla üzerini örttüğümüz bir dünya.  

 

Bir romanın yeraltı edebiyatına dahil edilmesi için o roman mutlaka şiddet, cinsellik ve madde bağımlılığı gibi öğeleri, argo bir dili mi barındırmalı? Elbette hayır. Bir romanın şahıslar kadrosunun uyuşturucu ya da alkol tüketen, "aykırı" cinsel eğilimler gösteren ya da şiddete yatkın insanlarla doldurulması, o romanın "yeraltı"lığının garantisi sayılmamalı. Orta sınıflardaki "loser"lık algısının yeraltının gerçek kaybedenlerini anlatmadığını, alt sınıflara, yoksul kesimlere, mutsuzluğa yer vermenin de bir yazarı yeraltı edebiyatçısı yapmaya yetmediğini de eklemeliyim. Yeraltında anlatılan öyle bir hayat olmalı ki, hakikaten cehennem atmosferini hissettirmeli okuyucuya; rahatsız etmeli, güvenli dünyanızı altüst edecek bir tehdidi, güvenli bir dünyada yaşamaktan dolayı suçluluk duygusunu hissetirmeli, yeryüzünden yeraltının cehennemine bir kapı açmalı... Üstelik bunu diliyle gerçekleştirmeli. Narkopolis'te Thayil bunu başarmış işte; 70'li yılların Bombay yeraltısını bütün sefaletiyle ama şiirsel bir dille kuşatıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.