Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çocuklar, aptallar ve diğer masum ucubeler



Toplam oy: 1209
Kurt Vonnegut
April Yayıncılık
Kaderle böylesine iyi niyetli bir pazarlığa kalkışan bu adama gülmeyin. Bu adam seçilecek ve Amerika’nın son başkanı olacak. 100 yaşına kadar yaşayacak.

Seçimler yaklaşıyor. Büyüklük ucubeliğinin ardına sinmiş Amerikan yalnızlığını, toplumsal ve bireysel ölçekte tedavi etmeyi amaç edinmiş bir başkan adayı var. Grotesk çirkinliği ve iriliği yüzünden anne ve babası tarafından istenmeyen, ikiz kardeşinden ayrılmış biri bu adam. Yalnızlığın ne olduğunu iyi bilir. Seçim sloganı ‘Artık yalnız değilsin!’

 

Ekonomik durum, sosyal sınıf, kan bağı, şehir bağı, din, ırk, her türlü doğuştan gelen aidiyet ve kimliği ortadan kaldıracağını söylüyor. Bak hele. Devlet tarafından tamamen tesadüfi olarak herkese bir göbek adı verilecek. Aynı göbek adına sahip olanlar akraba sayılacak. Farklı geçmişlerden gelen insanlar kaderlerini değiştirip yeni bir hayat şansı yakalayacaklar ve yalnızlıkları bitecek. Bu bir devrim değil, daha çok fantastik bir çocuk oyununun pratik kuralları. Zaten fikir çocukken aklına gelmiş ikiziyle birlikte. Amaç, daha az sevgi ve daha fazla karşılıklı edep. Kaderle böylesine iyi niyetli bir pazarlığa kalkışan bu adama gülmeyin. Bu adam seçilecek ve Amerika’nın son başkanı olacak. 100 yaşına kadar yaşayacak. Hacıyatmaz onun hikayesi, aynı zamanda Kurt Vonnegut’ın otobiyografisi olduğunu söylediği eseri. ‘İlgili
makama’ diye başlıyor.

 

Okurun da yazarla ilişkisi tam da böylesi bir ‘göbek adı akrabalığı’ değil mi? Edebiyat, açık açık ‘Artık yalnız değilsin!’ diyen bir kampanya yürütmüyor mu? Her defasında oyumuzu bu slogan yüzünden edebiyattan yana kullanmıyor muyuz? Soruları burada kesip romandan çok uzaklaşmayalım.

 

Hacıyatmaz öyle bir roman ki, sanki Mark Twain, Roald Dahl’ın kulağına hicivler fısıldamış, Dahl da, yalan söylemeden ama gerçeği kolay anlaşılır şekilde kurgulayarak, büyüklerin ucube dünyasını çocuklara, aptallara ve diğer masumlara anlatmış. Sesine gizemli bir ton vererek, biraz da şekere bulayarak. Yani tipik bir Kurt Vonnegut romanı. Aynı zamanda diğer Vonnegut romanlarına en benzemeyeni.

 

 

 

 

 

 

Edebiyat ve otobiyografi

 


Vonnegut’ın romanları hep çok iyi bir kurguyla açılır. Bugüne dek kimsenin girmediği bir kapıdan, yabancı bir mekana ait bir hayata girilir. Ama ne hayat. İnsanlık değerlerini yitirmiş, aile parçalanmış, masumiyet kirlenmiş, toplum kendini yok etmiş, doğa kanunsuzlaşmış. Vonnegut bu kaosa bilim kurgunun ve kara mizahın hayal gücüne tanıdığı bütün olanakları kullanarak bir düzen getirmeye çalışır ama, geri dönülmez kıyamet günüdür vardığı son. Hacıyatmaz, hayatın sonuna dair bir roman. Aynı zamanda benim için yazarın en hüzünlü, en ümitvar, en tedavi edici romanı.

 

Vonnegut, sanki Hacıyatmaz’a kadar yazdığı romanların toplamında tek bir eser yazmış gibi gelir. Onun tek bir kitabı hakkında yazmak bu yüzden güç. Hacıyatmaz’ın pek çok Vonnegut temasının bir araya geldiği mükemmel bir özet olduğunu düşünüyorum. Hiç Vonnegut okumamış biri için ise, yeterince merak uyandırıcı. Vonnegut’ın alter egosu, pek çok romanda karşımıza çıkan Kilgore Trout karakterinin yer almadığı nadir eserlerden. Çünkü, diyor giriş bölümünde Vonnegut, Hacıyatmaz için: “Bir otobiyografi yazmaya en fazla yaklaştığım durum budur.” ‘Bunak hıçkırığı, durum şiiri, pembe dizi, düşer kalkar komedi’ Vonnegut’ın bu kitabı ayrıştırmak için kullandığı diğer tanımlar. En ehil eleştirmenden daha iyi çözümlüyor okuyacağımız hayal gücü parçalarını.

 

Hayal gücü parçalarında tipik Vonnegut absürtlükleri var: Çorak bir diyar olmuş New York, yerçekimini kontrol eden Çinliler, Mars’ta toprak kayması, köleleri olan kadın, Michigan’da bir kral, ölülerle iletişim kurmayı başaran adam, ucube ikizler ve yaşadıkları gizli geçitlerle dolu malikhane, zenginler ve elitlerin sığındığı Peru’daki Machu Pichu sürgünü. Her tuhaf mekân, toplumdaki çöküşün ayrı bir katmanını sembolize ediyor. İnsanların bu duruma uyum sağlama gayretleri sonucu dönüştükleri kişilikler en az mekânlar kadar uçuk. Bir Vonnegut distopyasındayız. Her distopya gibi sayfalarca sistem eleştirisi çözümlemesi yazılabilir hakkında. Semboller ve kinayeler labirentinde kaybolabilir yazı. Vonnegut 1976’da geleceği nasıl öngörmüş tespitleri yapılabilir, aferinler eşliğinde. Hatta, ‘göbek adı akrabalığı’ kapitalizme alternatif bir sosyal düzen olarak ciddiye alınıp günümüzde uygulanabilirliğine kafa yorulabilir.

 

Hacıyatmaz, böylece, okuyup bitirdikten sonra da zihni eğlendirmeye devam eder. Eğlenirken, Vonnegut’ın yazar olarak hissettiği yaratıcılık sancılarını da fark etmek gerek. Bu sancıların itirafı Hacıyatmaz’ı diğer Vonnegut romanlarından farklı kılan.

 

 

 

Her yazarın beyninde ikizler yaşar

 


Kurt Vonnegut, yazar olarak ulaşabildiği sanatsal bütünlüğün, edebi ahengin ve tekniğin ablasıyla kurduğu zihinsel bağ sayesinde olası olduğuna inanıyor. İlham kaynağı ablası öldükten sonra hissettiği parçalanmayı romanın ikiz başkahramanlarının tuhaf, simbiyotik ve şizofrenik ilişkisinde anlatıyor. Yazar için asıl yalnızlığın ve kısırlığın, ilham kaynağını yitirmesi olduğunu görüyoruz. ‘Tamamlanmış’ hissetmek isteyen yazarın duygusal bilinç ile akılcı bilincin yıpratıcı ve savaşçı birlikteliğine ihtiyacı var. Bu nedenle ikizler kavramı, yazarın bilincinin simgesi olarak bir romanda karşılaşabileceğiniz en isabetli seçim.

 

Kafalarını birbirine değdirince dahileşen, birbirlerinden ayrılınca aptallaşan bir bütündür ikizler. Birlikteyken ulaştıkları akıl ve ruh birlikteliği çılgın bir duygu patlamasıdır. Pek de ayık olmayan bir varoluş düzlemine, bir farkındalığa geçmek gibidir neredeyse. Bu birliktelik kusursuz bir uyum olsa da, bölünmek ve yalnızlık kaosuna sürüklenmek kaçınılmazdır. İkizler, sürekli bir ayrılma ve parçalanma endişesini içlerinde barındırır. İkizler gibi doğanın yarattığı bir mükemmellik bile sonsuza kadar huzurla birlikte yaşayamıyorsa, toplumun parçalanması nasıl engellenebilir?

 

Vonnegut, yazar olarak eriştiği yaratıcı gücün toplumu sürüklendiği yok oluş uçurumundan kurtarmaya yetmediğine inansa da, romanda iyimserliğini yitirmiyor. Çok naif bir iyimserlik bu. Çocukların geçirdikleri travma ile başa çıkmak için hayal güçlerinde yarattıkları bir oyuna inanmaları gibi. Yazar olarak kendini kurtarıcı gibi gördüğü yok. Sadece kendini romanda simgeleyen ikizlere, ölümden sonra da devam eden bir yaratma gücü bahşediyor. O kadar ego, her yazarda bulunur. Her yazar ölümsüz olmayı ister.

 

 

 

Ölümlü olduğunu hatırla

 

 

 

 

 


‘Hi-ho’ ya da ‘so it goes’ Kurt Vonnegut’ın sürekli kullandığı tekerlemeye dönüşmüş sözler. Bu sözleri dövme yaptırarak vücutlarında taşıyan Vonnegut fanatiklerinin sayısı hiç az değil. Hacıyatmaz’da da ‘bak hele’ diyor sürekli ve bunu ‘bunak hıçkırığı’ olarak tanımlıyor. Latince 'memento mori' denen, ‘ölümlü olduğunu hatırla’ anlamında kullanılan bu tekrar sözleri, yazarın konudan konuya kolayca geçmesini, ciddi bir konuya alaycı ve vurdumduymaz yaklaşmasını sağlayarak romanın mizahi tonuna yardım ediyor.

 

Hacıyatmaz, cüssesine oranla çok fazla tema içeren bir roman. Zihni, yazma hızından daha hızlı çalışıyor Vonnegut’ın, öyle ki bazı temalar havada kalmış. Hatta sonu bile eğreti duruyor biraz, ayakları yere basmıyor. Yerçekiminin eksikliğinden olsa gerek. Kurmaca metni eksik bırakırken, roman üzerine edilecek lafları çoğaltıyor bu durum. Sanki özel gözlükler takmanızı ve dünyayı kimsenin görmediği şekilde görmenizi istiyor. Olaylar tesadüfi seçilmiş absürt durumlar zinciri gibi. Ancak, her ayrıntının bir anlamı var ve önceden düşünülmüş aslında. Vonnegut, sizden hep bir adım önde, kitabı bitirdiğinizde bile ona yetişemiyorsunuz. O çoktan ilerlemiş, gözden kaybolmuş. Kahkahaları duyuluyor uzaktan. Kitap bitince, başa dönüp giriş bölümünü tekrar okuyorsunuz -bunu özellikle öneriyorum- ve içinizi derin bir hüzün kaplıyor. Her şey yerli yerine oturuyor. Bak hele.

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.