Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Detaylar romanın atomları mıdır?



Toplam oy: 981
Şebnem İşigüzel
İletişim Yayınevi

Şebnem İşigüzel son yıllarda edebiyatımızda adından söz ettiren bir isim. Romanları başka dillere de çevriliyor. Özellikle Almanya'da çok sattığı belirtiliyor. Yeni kitaplarının arkasına şu değerlendirmeler mutlaka ekleniyor: "İşigüzel'in tarzı zaman zaman bir sihir gibi ışıldıyor." Tageszeitung,  "Şebnem İşigüzel'in Avrupa edebiyat tarihinde bir yeri olduğu aşikâr." Frankfurter Rundschau. Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman da son iki kitabı çıktığı sıralarda Şebnem İşigüzel ile uzunca birer röportaj yapmıştı. Bu röportajlardan Şebnem İşigüzel'in adının Nobel'i alacak ikinci Türkiyeli romancı olarak anıldığını da öğrenmiştik. Yine bu röportajdan Avrupa'da edebiyatçıların klasmandaki yerlerinin okuma turnelerindeki fiyatla belirlendiğini de öğrenmiştik. "Çevrildiğim dillerde gördüğüm ilgiden çok memnunum. Satış ve eleştiriler çok iyi. Almanya'ya okuma turnelerinde fiyatım 9 Euro'ya çıktı, Orhan Pamuk Frankfurt'da 12 Euro'ydu, sen kıyasla artık?"



Bütün bu bilgiler ışığında Şebnem İşigüzel'i şimdiye kadar okumamış olmak benim için büyük bir eksiklikti. Edebiyatta favori türüm roman olduğu için kütüphanemde eksik olanları tamamladım, sonra da  nedense "Sarmaşık" ile başladım. Romanı bitirdiğimde sarmaşığın dalları beni de sarıp sarmalamış, adeta bunalıma sürüklemişti. Keyiften değil sıkıntıdan. Açıkça söylemem gerekirse eğer bir ödev ve görev bilinci ile okumasam, keyifle okuyup bitirebileceğim bir roman değildi. Peki neden?



Bir edebiyat eleştirmeni olarak değil sadece meraklı bir okur olarak bir romandan en önemli beklentim kendi "uyduruk" dünyası içindeki iç tutarlılığıdır. Edebiyat, en amiyane tabiri ile baştan aşağı "uydurma"dır. Böyle olduğu için de kimsenin tutup da bir edebiyat eseri için "ne uyduruk şey!" deme hakkı olamaz. Hatta malum olduğu üzere son zamanların en revaçta olan romanları hayal gücünde, kurmaca dünya yaratma fantazilerinde sınır tanımıyorlar. Ancak kurulmuş, uydurulmuş o dünyanın içine doğru yazarın daveti ile yaptığımız bu yolculukta, bu uyduruk dünya ister yaşadığımız gerçeklikle hiç ilgisi olmayan tamamen fantastik bir gerçeklik boyutunda geçiyor olsun, isterse yaşadığımız gerçekliğe paralel bir roman evreni yaratıyor olsun, kurmacanın kendi iç tutarlılığı, okuma sürecini kendimize kesintisizce kaptırabilmemizin, ve o uydurulmuş roman evrenini sahiciymiş gibi hissedebilmemizin ön şartı oluyor. Şunu söylemek istiyorum: Deneyimlediğimiz, ölçümlediğimiz, katalogladığımız gerçeklikte, bulunduğumuz merdiyende gün 24 saattir, güneş her gün doğudan doğar. Ya da kuzey yarımkürenin kuzeye yakın noktalarında geçen bir kurgudur, o zaman beyaz gecelerin kuralları devreye girer. Bir romancı tamamıyle kurgusal, yeni bir dünya tasarımı yapabilir; günü 36 saat, güneşin doğuş yönünü de güney olarak belirleyebilir, hepimiz de buna inanırız.  Yok, eğer mevcut dünyasal gerçekliği hareket noktası olarak kabul ediyorsak, o zaman roman geçekliğinin, zamanının ve uzayının da bu dünyasal gerçeklik ölçü ve ölçütlerine uygun olmasını bekleriz. Eğer varolan dünyamızda İstanbul – Londra arası mesafe bilinen en hızlı ve mümkün genel ulaşım araçları ile 4 saatte alınabiliyorsa, romancımız ise varolan dünya gerçekliği zemininde şekillenen anlatısında bu mesafeyi kahramanlarına 1 saatte aldırıyorsa, bunu "uyduruk" olmayan bir biçimde izah edebilmelidir. Aksi takdirde okuma ve keyif alma sürecinin en büyük payandası olan "gerçeklik" ve "tutarlılık" hisleri yara alır ve metin okunamaz.



Peki bir kurmacanın iç tutarlılığı ve gerçeklik hissinin yok olmasına neden olan bu hatalara neden olan faktör nedir? Kuşkusuz kurgunun yapısı, olay örgüsünün karmaşıklık düzeyi ve kurmacanın planlanış biçimi. Kimi yazarlar yazmaya başlamadan önce kurguyu en ince ayrıntısına kadar planlarlar. Tıpkı yasal bir inşaat öncesi mimari projenin hazırlanması gibi. Bazı yazarlar ise açık ve seçik bir planlama yapmadan bir fikirle yola çıkarlar ve çıktıkları yolda biraz da yazdıkları metnin kendilerini götürdükleri istikametlerde, yol ayrımlarında seçimlerini yaparlar. İkinci tercih durumunda, eğer metin tekrar tekrar dikkatlice gözden geçirilmez ise, yazarın (hele de yazını şehvetine kendisini kolayca kaptıran bir yazar ise) daha sonradan oyuna kattığı karakterler, olaylar, önceki süreçlerle çelişkiye düşerek bariz mantık ve tutarlılık hatalarına neden olabilirler.



"Sarmaşık" romanının olay örgüsünü özetlemek bu yazı çerçevesine sığmayacak. Ayrıca romanın edebi eleştirisi Ömer Türkeş tarafından da yapılmıştı. Romanın başından sonuna kadar nerede ise her gelişmeye damgasını vuran ve bir süre sonra olmaz artık bu kadar da dedirten tesadüflere bu inceleme boyunca pek yer vermeyeceğiz. Sadece çok belirgin altyapı bilgilerini belirtelim: Mekân İstanbul, 1990'lar, Ali Ferah renkleri seçememek gibi bir nörolojik rahatsızlıktan muzdarip 50'li yaşlarında İngiltere'de eğitim görmüş, çocukluğunda sonradan kocası olacak gencin tecavüzüne uğramış ve bunun travmasını atlatamamış olan annesi, deli kızkardeşi Hayal ile aynı evde yaşayan bir portre ressamı. Salim Abidin, Nobel ödülünü kazanmış, roman zamanında harfleri unutmasına neden olan nörolojik bir rahatsızlıktan mustarip ilk Türk romancı. Sedef, Ali Ferah'ın karşı apartmanın camından gözlediği ve ona "Arnolfini ve Karısı" isimli meşhur rönesans tablosunu çağrıştıran evli, hamile, mutsuz bir genç kadın. Celine, ressamımızın İngiltere eğitimi döneminden ilk sevgilisi. Nadya, Rus, su balerini, sevgilisi Alex, Baltık denizinde batan denizaltı Kursk'da ölmüş. Ablası Ludmilla İstanbul'da fahişe. Oleg, ressamın yine İngiltere'deki hocası Vladimir'in Türkiye'de çalışmaya gelmiş oğlu. Artemisia, Vladimir'in gençlikte başka bir kız için terkettiği sevgilisi. Boğazda bir yalıda yatalak obez bir kadın, Kıbrıslı Savcı lakâplı bir savcı...uzayıp gidiyor. Yazarımız tesadüflerle bir sarmaşık gibi bütün bu kahramanların (ayrıca Celine'in genç sevgilisi Ali, Hayal'in yatılı okuldaki tacizcisi rahibe Beatrice,  gazeteci Charles, Picasso, Milan Kundera vs.) hayatlarının birbirlerinin içine geçtiği bir kurgu ile romanını oluşturmuş. Bu kadar çok karakteri birbiri ile ilişkilendirebilmek için o kadar çok tesadüf gerekiyor ki, bir noktadan sonra "tesadüf" kavramı okuyucu için anlamını yitirmeye başlıyor. Ama romanımızın motto'su yazar tarafından "Tesadüfler hayatın atomlarıdır." olarak belirlendiği için yapacak bir şey yok!



Roman 33 bölümden oluşuyor. İlk 10 bölümde bir bölüm Ali Ferah'in anlatımı, bir bölüm her şeyi bilen Yazar'ın devreye girmesi ve sarkastik anlatımı devrede iken, daha sonraki bölümlerde bu ayrım ortadan kalkıyor,  Ali Ferah anlatırken birden Yazar'ın devreye girdiği, ya da tersi olarak devam ediyor.



İlk takıldığım nokta romanın henüz ilk sayfasındaki ikinci paragrafın ilk cümlesi oluyor: "Tesadüflerin hayatın atomları olduğunu, böyle saçmalıkları düşündüğüm için değil de, kafamı üç gün önce tıraş ettiğimden, o sert kır saçlar, şeffaf gibi görünen kafa derimi delip çıkmaya çalıştığından kafam kaşınıyor şimdi." (s.7) Bu cümleyi kaç defa okudum hatırlamıyorum, sonunda herhalde bir dizgi yanlışı olmalı, diyerek peşini bıraktım.



Şimdi gelelim yukarıda bahsettiğim konuya, yani iç tutarlılığı etkileyen maddi hataların okuma keyfini yok edişi ve bubi tuzakları gibi patlayarak romanın bütünlüğünü nasıl paramparça ettiği hususuna. Yazar'a öykünerek "detaylar romanın atomlarıdır" diyebilir miyiz?



  • Roman ressam Ali Ferah'ın anlatısı ile başlıyor. Anladığımız kadarı ile Ali Ferah o kış başından geçenleri anlatacak bize. Fakat daha hemen ikinci sayfada sanki anlatı şimdiki zamana geçiyor: "Hayatımın en sakin son günü olduğunu bilmediğim bugün, bir haftadır karşı pencerede beliren, karnı burnunda kadının..."  Doğrusu "bugün" yerine "o gün" kullanmak olmalıydı. (s.8) Daha romanın ilk sayfasında bir romanda olması gereken en temel yapı unsuru, yani "zaman" yanlış inşa ediliyor.

 

  • Bir sonraki cümle: "Elinde çirkin poşetlerle ağır aksak yürürken, "Sedef" diye seslenilmişti arkasından. "Sedef, bu ne hal?" Hamileliğine, doğurmasına yakından tanık bir arkadaşı olmalıydı." Türkçe açısından da pek lezzetli olmayan cümleyi kullanarak sorarsak, insanın hamileliğine, doğurmasına yakından tanık bir arkadaşı eğer sürece yakından tanıksa "bu ne hal?" diye sorar mı? Yakından tanıksa zaten halini biliyordur.

 

  • Yazar roman boyunca kullanacağı bir araç olarak Rönesans ressamı Jan van Eyck'in "Arnolfini Portresi" adlı tablosunu seçmiş. Adeta romanın merkezinde yer alan (ayrıca kapak resmi olarak bir detayı kullanılan) bu tablo ile ilgili Ali Ferah tarafından aktarılan bilgi tablonun resim tarihine "özel hayatı konu alan ilk örnek" olarak geçtiğinden ibaret. Bu bilgi eksik ve yanlış,  Eyck'in Arnolfini'si Batı Sanat tarihinin en çok tartışılmış ve halâ tartışılmaya devam edilen tablolardan birisidir, ve o tartışmaların merkezinde bu konu yer almaz. Picasso ile tanışıklığını ilk sayfada bize bildiren ressamımızın resim tarihi konusunda pek bilgili olmadığını anlıyoruz.

 

  • "Şimdi doktorumun portresini yapıyorum" s. 11 . Eğer ressam geçmişi anlatıyorsa "şimdi" olmamalı. Yok, şimdiki zamanı anlatıyorsa, geleceği bilemez. Oysa romana başlangıç cümlesi geçmişte olup bitenlerin özetiydi.

 

  • Ali Ferah'ın annesine 12 yaşında bir çocuk iken annesinin hizmetli olarak çalıştığı evin genç delikanlısı kilerde tecavüz eder. Bu tecavüz sahnesi romanda bir kaç defa betimleniyor. Bu abartılı betimlemelerde sürekli olarak ortaya dağılan pirinç ve un çuvallarından bahsediliyor. Mekanın bir ambar değil de bir köşkün kileri olduğu belirtildiğine göre, bir evin kilerinde kaç çuval pirinç ve kaç çuval un bulunabilir? Hadi onlarca olsun, peki 18-20 yaşlarındaki bir genç erkeğin 12 yaşındaki kıza tecavüzü sırasında geçen boğuşma ile bütün bu pirinç çuvalları devrilir mi? Bunu anlayabilmesi için yazarımıza bir pirinç ya da un çuvalını devirmeye çalışmasını tavsiye etmekten başka çaremiz yok. (s.13)

  • "O kilerdeki bütün nimetler apış aramdan fışkıran kanla boyandı." (s.15) Eğer yazarımız fantastik bir anlatı olarak kurgulasaydı anlatısını, veya büyülü gerçekçilik gibi bir tarzı benimsese idi, bu türden abartılı betimlemeler dikkatli bir okuru rahatsız etmezdi. Ama anlatımız mevcut dünyasal gerçeklik ve rasyonalite çizgisine paralel bir çizgi belirlemiş. Diğer bir seçenek ise anlatıcının, bu durumda annenin, bir üslup olarak abartıyı benimsemesi olabilir. Bu durumda da annenin her anlatısında abartı vurgulanarak karakterin bir özelliği olduğu vurgulanabilir. Bu tablo annenin algısı mıdır, yoksa bir gerçeklik tasviri midir, net olarak anlaşılamıyor. Ama şundan emin olabiliriz, kızlık zarı kaybı ile ile annenin bahsettiği miktarda kan kaybı olsaydı, Ali Ferah'ın onu dünyaya getirecek bir annesi olamazdı.
  • Ali Ferah'ın nöroloğunun muayenehanesinde patlattığı sıkı kahkaha ile korkan sekreter yerinden sıçrar ve "elindeki plastik fısfıs, çevresinde üç tur atıp yere" düşer. Bu romandaki karakterlerin çoğunun ortak özellikleri olarak korkunca, şaşırınca, ürkünce ellerinde tuttukları nesneyi yere düşürdüklerini ilerleyen sayfalarda göreceğiz. Ayrıca anlatıcı o nesnelerin yere düşerken kaç tur yaptıklarını bilgisinden de bizi mahrum etmeyecek. (s. 23) Ancak romanda betimlenen bu tür sahnelerdeki korku ve şaşkınlık yaratan eylemlerin şiddet derecesini düşündüğümüz zaman hiçbirinin ortalama bir insanın elindeki nesneyi düşürecek raddede olmadığını düşünebiliriz. Ayrıca içi su dolu plastik bir fısfıs kendi çevresinde üç tur atarak yere düşmez, zaten elde tutulduğu sırada ağırlık merkezi altta olacak biçimde tutuluyordur, ve doğrudan bir taş gibi düz bir hareketle düşer. Üç tur atması için sekreter kızımızın fısfısı korkudan havaya fırlatmasi gerekir. Ancak bir nesnenin "düşmesi" ile "fırlaması" ya da "fırlatılması" tamamen farklı iki eylemdir.
  • "Elimde doktorumun portresi, içeri girdim." Romanın ilerleyen bölümlerinde Ali Ferah doktorunun portresini yaptığından bir kaç kez daha bahsedecek. Fakat 348. sayfada sekreterden öğrendiğimize göre, o gün, doktora ilk gelişi. Bir ressam ilk kez gittiği bir doktorun portresini nasıl yapmış olabilir?
  • Ali Ferah ve şizofren kız kardeşi Hayal hasta döşeğindeki babalarına kitap okumuşladır. "Hayal, Robert Musil'in Niteliksiz Adam'ını neredeyse ezbere bilirdi." (s.24) Romandaki zamanı dikkate aldığımızda babanın hasta döşeğinde olduğu zamanlarda Musil'in söz konusu kitabının Türkçe çevirisi henüz yayınlanmamıştı. Bu durumda Hayal'in Niteliksiz Adam'ın Almancasını okuduğunu ve ezberlediğini düşünmek durumundayız. Peki Hayal Almanca biliyor mu?
  • "Babamın o meşum tecavüzde, bir damlası bile ziyan olmayan asil kanı bize geçmiş olmalıydı." (s.28) Cinsel birleşme sırasında erkeklik organından kan salgılanmaz.
  • "Oleg Starov kusursuz bir Türkçeyle konuşuyormuş, üç yıldır İstanbul'daymış." (s.29) Ali Ferah'ın İngiltere'de yaşayan hocasının Sovyetler Birliğinde kalmış olan oğlu Oleg, SSCB dağıldıktan sonra iş bulmak için Türkiye'ye gelir. Babası da ona yardımcı olması için Ali Ferah'ın adresini bulmaya çalışır. Ancak İstanbul gibi bir yerde "binlerce portre" yapmış bu ressamı Oleg'in ve babasının bulması tam 3 yıllık bir süreyi gerektirir. Romacımız böyle uygun görmüşse tabii ki bize söyleyecek bir şey kalmıyor! Üstelik bulduğu yer de çalıştığı inşaatın tam karşısındaki bina olmasın mı? Oleg'in kusursuz Türkçesinde günlük konuşma dilinde neredeyse hiç kullanılmayan "Bay" sözcüğü de ("Bay Ali Ferah") eksik değil. 3 yıldır inşaatlarda çalıştığına göre bunu da birbirlerine Bay Ahmet, Bay Mehmet diye hitap eden inşaat işçilerinden öğrenmiş olmalı.
  • Su balerini Nadya'nın sevgilisi Alex, Baltık denizinde batan Kursk denizaltısındadır. Nadya onu düşünürken hatıraları canlanır: "onunla öpüşe öpüşe balçık kaplı gölün dibine inerlerken..." (s.36) Öpüşe öpüşe, merdivenden iner gibi bir gölün dibine inmek! Hatta "ayakları gölün balçık dibine değdiğinde" (s.36) Bu satırlar yazarımızın hayatında hiç suya, denize, göle, havuza girmediğini düşündürtüyor insana.
  • Nadya, Paris'te bir su balesi yarışmasındadır, ekip olarak gösterilerini yaparken "Nadya son hızla dalarken havuzun dibinde Alex'i görüyor." (s.40) Yazarımızın herhangi bir sporla uğraşmadığını da anlıyoruz bu satırlardan. Bu gibi durumlarda insan bilinci yazarın varsaydığı gibi çalışmaz. Bir saniye önce bütün ekiple birlikte konsantre olmuş olarak oldukça zor hareketleri yapan bir sporcu bir sonraki hareket için "hızla dalarken" havuzun dibinde hayal göremez. Su balesi seyreden herhangi bir insan, dalma hareketlerinin de ne kadar seri olduğunu, hareketlerin hızla birbirini izlediğini ve böyle mevcut fiziki eyleme yoğunlaşmış bir bilincin tamamen farklı bir boyuta bu şekilde geçemeyeceğini rahatlıkla anlayabilir. Yazarımızın yukarıda da belirttiğimiz su ile ilişkisinin zayıflığı burada da ortaya çıkıyor.
  • Nadya, yukardaki hareketi sonucu ekibinin yarışmayı kaybetmesine neden olur. Dönüş yolunda havaalanında televizyondan Kursk'tan umut kesildiğini öğreniyor: "Nadya oracıkta, Alex'le ikinci kez vedalaşıp arkasına bile bakmadan çekip gidiyor. Moskova biletini İstanbul'a çeviriyor. Ablası Ludmilla'nın yanına gidecek." Oysa yazarımız daha bir kaç sayfa önce ekibin Paris'te parasızlıktan ne kadar zor durumda kaldığını, Nadya'nın bavulundaki şekerli ekmeklerin giriş gümrüğünde elinden alınması nedeniyle açlık çektiklerini vs. uzun uzun anlatmıştı bize. Nadya, büyük olasılıkla grup bileti olan yani başka bir hatta çevrilmesi imkânsız biletini bir başka hatta çeviremez. Hadi o kadar ince elemeyelim, müstakil bir bileti olsun, peki o havayolunun Paris'ten İstanbul'a uçuşu var mı? O da olsun, peki şu dünyada (muhtemelen check-in denilen işlemi de yaptırdıktan sonra) biletini uçuşa o kadar az bir süre kala başka hatta çevirebilmiş bir tek kişi var mıdır acaba? Hadi bunu da es geçelim. Peki ya para problemini nasıl çözeceğiz? Romancı gereksiz detaylara girmemeli, girerse de bu detaylar gerçeklikle örtüşmeli, inandırıcı olmalıdır.
  • Nobel ödüllü ilk Türk yazarı Salim Abidin nöroloğuna hastalığını (harfleri tanıyamamak , okuyamamak, yazamamak) anlatıyor: "Kafamın içinde yaratabilsem, tanıyamadığım boktan harfleri dize getirmek için zaten bir yazıcı tutarım. Bir ara, kendimle öyle inatlaşmıştım ki ne kadar berbat olursa olsun bir şeyler yazmaya karar vermiştim. Nadya bana yardımcı olmuştu. Türkçesi elverişli değildi. Zaten ben de ilk kitabımdan bu yana İngilizce yazıyordum." (s.47)  Yazarın bu ifadesinden söz konusu hastalığın uzunca süredir söz konusu olduğunu anlıyoruz. (Nitekim "Sayın Salim Abidin nörolojik bir hastalık geçiriyor. Yaklaşık sekiz aydır harfleri tanıyamıyor ve okuyamıyor." s. 175) Ama nedense bir yazar için "ölüm" demek olan böylesi bir durum karşısında belki de aylardır doktora gitmediği anlaşılıyor. Garip değil mi? Gerçeklikte böyle bir şey olabilir mi? Bir kahkaha ile elindeki fısfısı havada 3 tur atarak düşüren sekreterlerin olduğu bir dünyada harfleri unutan Nobel ödüllü bir yazarın o anda İstanbul'un hatta dünyanın bütün mörologlarını ayağa kaldırmasını beklemez miyiz? Ali Ferah'ın tespiti ile İngilizce'ye Nabokov'dan daha hâkim olan (s.47) yazarımızın İngilizce yazdırmak için bir Rus su balerinasından yardım alabilmesi de bir başka mucize olsa gerek. Herhalde Nabokov bir Rus olarak İngilizce'ye bu kadar hâkim olduğuna göre bütün Ruslar çok iyi İngilizce bilirler sonucu çıkarılmış.
  • "Her ikiniz de ilaç tedavilerine olumlu cevap vermediniz." (s.48)  Yazara göre Ali Ferah'ın Salim Abidin'le muayenehanede karşılaştıkları gün, Ali Ferah'ın oraya ilk gidişi değildi, zira portresini götürmüştü. Ama sekreterin bunu yalanladığını gösterdik. Salim Abidin'in evinde doktorun da katıldığı toplantı hemen bu randevunun akabinde gerçekleşiyor. Salim Abidin'in doktora daha önce gitmeye başladığını varsayabiliriz. (Her ne kadar yukarda alıntıladığımız bölümde SA, doktorla sanki ilk kez görüşüyormuş gibi konuşuyor olsa da.). Bu iki görüşme arasında kaç gün geçmiş olabilir? 3-5 gün, bir hafta? 10 gün? Romandan anladığımız yaklaşık bu kadar bir süre. Peki böylesi bir rahatsızlığa ilaç tedavisinin olumlu cevap vermediğinin anlaşılması için yeterli midir bu süre? Cevabı nörologlara bırakalım ama sanırım yanıt vermek için nörolog olmaya gerek yok.
  • "...İzlanda'nın kuzeyinde, yerli diyebileceğimiz bir hasta..."  "gördüğü her şey, zaten tek bir renkten ibaret olan bir Eskimo." (s.48-49)  İzlanda'da Eskimo yoktur. Romanda yanıtı kimin verdiği anlaşılmıyor, ama ya Nobel ödüllü yazarımız ya da ressam Alaska ile İzlanda'yı karıştırıyor. Ayrıca İzlanda sürekli kar altında değildir. Dolayısıyla İzlanda'da yaşayan insanlar Türkiyeliler gibi bir çok rengi görme şansına sahiptirler.
  • "Salim Abidin birdenbire beni teselli etmeye kalkıştı. Bunu o kadar hararetli biçimde yaptı ki, bana hiçbir zaman hissettirilmemiş bir şeyi, "sikilmiş bir ananın evladı olma halini" anında hissettirdi." (s.55) Babası olan kişi tarafından bu cinsel eylem gerçekleştirildiğine göre, ve her çocuğun annesi için bu geçerli olduğuna göre, acaba bu hal nasıl bir haldir? Yazarımız insanları dünyaya leyleklerin getirdiğini mi düşünüyor?
  • Ludmilla, Salim Abidin'in evinde şunu söyler: "Kapılar bizim memleketteki gibi ne büyük. Oysa Türklerin bütün kapıları daha küçük. O küçük kapılardan geçerken ruhunuz sıkılmıyor mu?" Bir kaç sayfa önce Ludmilla'nın Salim Abidin'in evine defalarca geldiğinin anlaşıldığını belirtir Ali Ferah. Ludmilla defalarca geldiği evde kapı boyutlarını yeni mi algılamıştır? Kaldı ki Ludmilla'nın kuşağının yaşadığı, SSCB'nin ürettiği konut stoğunun tamamının kapıları Türk kapıları boyutlarındadır.
  • Ne tesadüf, çünkü "tesadüfler hayatın atomlarıdır" Abidin! Meşhur yazarımız da bir Arnolfini hayranı olmasın mı? Tıpkı Nadya'nın Paris'te aldığı tek kartpostalın bu tablonun kartı olması gibi. (Kaldı ki Londra'da bulunan bu tablonun kartpostalını Paris'te bulmak mümkünd müdür, pek sanmıyorum. Bu tür tabloların karpostalları genellikle ait oldukları müzelerde satılır. Ya da kendi ülkelerinde. Salim Abidin evindeki "Arnolfini ve Karısı" tablosunun röprodüksiyonunu onlara gösterdiği zaman Ali Ferah'ın tepkisi şöyle oluyor: "Nobel ödülünün karşılığı olan 1 milyon dolar, tablonun orijinalini almaya yetmezdi. Bu orijinali kadar iyi, mükemmel bir röprodüksiyondu." (s.56) İnsan,  roman okurken ,romanın baş kahramanı olan, İngiltere'de eğitim almış bir ressamın, badanacıdan, sokak tabelacısından daha bilgili olmasını bekliyor. Sözkonusu tablonun bir müzede olduğunu (hem de kendi öğrenim gördüğü Londra'da Ulusal Galeri koleksiyonunda), dünyanın sayılı tablolarından birisi olduğunu, böyle bir tablonun satışa çıkmayacağını, üstelik fiyatının da olmadığını, bilmesi gibi. O kalibrede bir ressamın gerçeklikte böyle bir tepki vermesi beklenemez.
  • Oleg, yani bir Rus, üstelik "yetenekli ve dikkatli bir restoratör" olarak "Moskova'da resim restoratörlüğü yaptığı yıllarda, Türkiye'nin Bedevilerin yaşadığı bir çöl olduğunu sanıyordu." (s. 64). Sanırım Rusya'da o yıllarda rastgele seçilen 100 Rus'a böyle bir soru ile anket yapılsa, çöl olduğu cevabını verecek 5 kişi ya çıkar ya çıkmaz. Üstelik İstanbul eski Bizans'tır, Ortodoksluğun merkezidir. Ruslar İstanbul ve Türkiye hakkında yazarımızın Rusya ve Ruslar hakkında bildiklerinden çok daha fazla şey bilirler. "Yetenekli ve dikkatli" bir restoratörün Rusya'da Bizans'a değmeden meslek hayatını sürdürmesi imkânsıza yakındır.
  • Oğluna iletmek için Ali Ferah'ın adresini arayan baba Starov, "vaktiyle bir ilişkisinin olduğu, hatta Picasso'lu bir İstanbul tatiline götürdüğü, emekli öğrenci işleri sekreterini ziyaret etmeye karar verdi." (s. 69) Starov adresi 3 yıl sonra elde ettiğine göre bu ziyareti yapmak da ne ilginçtir ki 3 yıl sonra aklına gelmiş olmalı. Üstelik emekli bir sekreter, kendi evinde 10 dakika sonra bu adresi Starov'a verebiliyor! Şöyle düşünebiliriz, okul o yıllarda bütün eski öğrenci kayıtlarını da bilgisayar ortamına aktarmış olmalı ki sekreter telefon etti ve hemen adresi alabildi.
  • Starov, eski sevgilisi, gençliğinde terk ettiği emekli sekreter Artemisia Judith'in evine yıllar sonra gitmiştir. Ama Bayan Judith yıllarca kin ve nefretle bu anı beklemiş olmalıdır ki, Starov'u boğazını keserek öldürür ama ne kesme! Bu detaya aşağıda ayrıca değineceğiz.
  • Ali Ferah evinde ziyarete gelen Oleg'e şarap ikram edecektir: "Ağzına kadar birinci kalite kırmızı şarap dolu kutumu açtım. Stokumu en son üç yıl önceki Paris seyahatimde yenilemiştim....İşte dönüşümde, havaalanından almıştım bu şarapları." (s.83)  Üç yıl önce yenilediği stoğu, ağzına kadar dolu ise, Ali Ferah'ın 3 yıldır hiç şarap içmediğini düşünebiliriz. Şaraba düşükün değilse neden bir "şarap kutusu"(?) olsun ve stoğunu yenilesin? Düşkünse neden ağzına kadar dolu bıraksın? Ayrıca havaalanlarındaki gümrüksüz mağazalardan içki alımı pasaport ve uçuş kartı ile ve bir limit dahilinde yapılabildiği için stoğunu ağzına kadar dolduracak sayıda şarabı nasıl alabildiğini de sormak durumundayız. Gümrüksüz satış mağazalarından Migros'tan alışveriş yapar gibi alışveriş yapılmaz.
  • Ali Ferah, Oleg ile sohbet ederken, Oleg'in söylediği bir cümle üzerine heyecanlanır ve elindeki kadehi "baş aşağı edip" şarabını üzerine döker! "Kadeh gözlerimin önünde bir takla attı. Onu tutamadım. Düştü ama kırılmadı. Göğsüm boğazım kesilmiş gibi kıpkırmızı olmuştu." Dünya edebiyatında böyle bir şaşkınlıkla elindeki kadehi "baş aşağı edip" şarabını üzerine döken (ayrıca üzerine dökmek için elinin tepkisel hareketinin aksi yönde kendisine doğru baş aşağı etmesi de gerekmiştir) ilk kahraman olarak yerini alır. Sekreterin fısfısı nasıl  çevresinde üç tur atıp düşüyorsa, bu kadeh de bir takla atar! Üstelik renkleri tanıyamayan Ali Ferah (renkleri seçemediğine göre muhtemelen etiketini okuyarak seçtiği) kırmızı şarabın, gömleğini boğazı kesilmiş gibi kıpkırmızı yaptığını da algılamakta tereddüt etmez. Muhtemelen yazarımızın bazen belirttiği gibi, bu hastalık gidip gelmektedir, kadehin düşme anında hastalık gitmiş olmalıdır.
  • "Oleg gülümsedi, bense kendimi aptal bir filozof gibi hissettim. Ya da bir aptaldan filozof olamayacağına göre, acemi diyelim isterseniz. Yok hayır, bunun altına Goethe bile imzasınız atabilir. O zaman söylediklerim iyi filozoflar hanesine yazılır." (s.86)  Rastgele 5 filozof ismi sayması istenen kaç kişinin listesinde Goethe yer alabilir "iyi filozof" olarak? Goethe bir edebiyat adamıdır, doğa felsefesini etkileyen bir bitki morfolojisi çalışması vardır ama muhtemelen Goethe kendisi bile unutmuştur onu. Bu romanı okuyan genç bir insan Goethe ismini ilk kez duyuyorsa, onu bir filozof  zannedecektir.
  • Ayağına ucunda ağırlık bulunan bir zincir sarılarak denize atılan Nadya'nın "dizinden kopan sol ayağına" (s.126). Birincisi burada doğru sözcük "bacak" olmalıdır, ayağın dizi olmaz. İkincisi bir kaç cümle sonra Nadya'nın cesedinin denizde 3 gün kaldığını öğreniyoruz. Suda ağırlığa bağlı bir bacak bir başka güç devreye girmedikçe 3 gün içinde dizden kopmaz. Ağırlık ile zaten dipte olduğuna göre de pervane çarpması gibi bir başka güç de devreye girmemiş demektir. Dolayısıyla bacağı yazarımız koparmıştır.
  • Su balerini Nadya'nın ilk kimlik tespitinin yapılması için yazarımızın uygun gördüğü ipucu boynundaki madalyadır. (s. 127) Eğer yazarımız bu tür spor müsabakalarında verilen madalyaların ne boyutta olduğunu bilseydi, sanırım kimsenin normal günlük yaşantısında "plastik muhafazası" içindeki bu madalyaları boyunlarında gezmediklerini bilebilir ve kurgusu için bir başka seçenek üzerinde kafa yorabilirdi.
  • "Nadya'nın annesinin şekerli ekmekleri gizlice, el çabukluğuyla kızının Paris bavuluna gizlemesi gibi..." (s. 129)  "Organizasyon komitesinin verdiği para, Paris'te bir öğün yemek yemelerine olanak tanıyordu. Aç sayılabilirlerdi. Gümrük'te Nadya'nın bavulundaki şekerli ekmeğe el konulmasaydı bütün kafile doyardı." (s.33)  Bir bavula el çabukluğu ile gizlenebilecek miktardaki şekerli ekmek kabaca 10-15 kişi olduğunu varsayabileceğimiz bütün bir kafileyi nasıl doyurabilir? Bırakın bir kaç günü ya da öğünü, bir öğün doyurabilir mi?
  • "Boğazın karanlık sularında baş aşağı giderken, ayağına bağlı ağırlığı taşıyan zincirin, sandalın kenarına sürtünme sesini duymuştu." (s. 131)  Gölde iki sevgilinin öpüşerek dibe doğru inmesi tasviri ile suyun kaldırma kuvveti konusuna biraz yabancı olduğunu düşündüğümüz yazarımız, bu şüphemizde haklı olduğumuzu gösteriyor. İnsan vücudu yazarın tasvir ettiği şekilde bir sandaldan aşağı itildiğinde baş aşağı suyun içinde gitmez.
  • Ali Ferah: "Bu aşktan yakamı kurtarabilmek için önce Celine'i sonra kendimi öldürdüğüm hikâyeler kurmuştum. 1987 yazında babamın silahını belime takıp Paris'e gidişim bu yüzdendi." (s. 134) Yanlış anlaşılmasın, Ali Ferah babasının silahını beline takıp Lyon'dan Paris'e gitmiyor; ya da silahı beline takıp Üsküdar vapuru ile Beşiktaş'a geçmiyor; İstanbul'dan Paris'e gidiyor,  evet belinde babasının silahıyla! Gitmekle kalmıyor, muhtemelen yine belinde silahla Paris'ten İstanbul'a dönüyor! Yazarımızı eleştirmeyelim muhtemelen yalancı bir kahramanın esiri olmuş: Yazarın yarattığı kahraman onu teslim alarak akıl ve mantık dışı eylemleri gerçekmiş gibi ona yazdırmış olmalı.
  • Sedef hastanede doğum yaparken doktoru cinsel organı için "Ağzı yavaş yavaş açılan, etten bir pazar çantası." (s. 136) benzetmesini yapıyor. Böyle bir kadın doğum uzmanının varolabileceğine inanabilir miyiz? Doktor ilk kez tanık oluyor olmalı bir doğuma. Biraz sonra ise "Madem nefes alamıyorsun, bağır Allahın cezası!" diye bağırırlar Sedef'e. Doğumhane değil adeta işkencehane! Elbette böyle faşist doktorlar vardır, ama yazarın anlatımından anladığımız kadarı ile ("odasına çıkarılıp yatağına yatırıldığında" s. 137 yani özel bir odaya yatıyor, devlet hastanesi koğuşuna değil. Üstelik yatağının başucunda da Picasso'nun yaptığı baba Starov'un portresi bulunuyor. Tesadüf!) burasının bir özel hastane olması kuvvetli ihtimal. Roman zamanının Türkiye'sinde özel bir hastanede böyle bir doktorun varlığına inanmamız ise çok güç.
  • Artemisia evineAli Ferah'ın adresini öğrenmek için gelen Starov'u boğazını keserek öldürür. Ama nasıl? Okuyalım: "Artemisia, elindeki parlak kocaman bıçağı, taze bir ekmeği keser biçimde boğazına bastırdığında, şaşılacak biçimde hayati bütün damarlarını parçalayıp yemek borusuna tamir olmaz bir kesik attığında, kafayı gövdeden ayırmak için bıçağı yerinden oyanttığında..." (s. 140) Neresini sorgulamalı bu anlatının? Anladığımız kadarı ile Artemisia  Starov'a arkadan değil cepheden yaklaşıyor. Ali Ferah ise elinde kocaman bir bıçak ile üzerine gelen kadını seyrediyor olmalı. Sonra Artemisia gibi yaşlı bir kadın, hobisi kasaplık olmalı ki, kendisi ve kurbanı ayakta iken bıçağı boynuna sapladığı bir adamın, boynunu gövdeden ayırabilecek bir hamle yapabiliyor. Üstelik bu hamle taze bir ekmeği keser biçimde! Tüm bunlar olurken  Starov'un elleri hala hareketsiz duruyor. Anlatının devamında Artemisia'nın ikinci darbesi ile başın gövdeden ayrılmasının neredeyse gerçekleştiğini öğreniyoruz. Çıkardığımız sonuç yazarımızın hayatı boyunca küçük bir et parçası bile kesmediği oluyor. Başı gövdeden ayırmak için dakikalarca uğraşan sapık katillerin süper nine Artemisia'nın yanında esamesi okunmaz.
  • Starov can çekişirken, yani o bir kaç dakika sonra şunları hisseder: "kirpiklerinin kanıyla ıslanmış, kanı kurumuştu....Yanaklarının kuruyan kandan gerildiğini..." (s. 142) Kan bu kadar sürede kurumaz.
  • Nadya'nın kaybolduğu Polis'e bildiriliyor. 3 gün sonra Nadya'nın cesedi bulunuyor. Savcı Salim Abidin'i Nadya olduğundan şüphelenilen bir ceset bulunduğunu bildirmek için arıyor: "Nadya Tatyankova'nın tam yaşını biliyor musunuz?" "25 olabilir mi? Pasaportuna bakmak gerekecek." (s. 144) Muhtemelen çocuklar bile polise bir kayıp ihbarı yapıldığında polisin kayıp ile ilgili elde edebileceği tüm detaylı bilgileri alacağını bilirler. Oysa bu kurmacada anlaşıldığı kadarı ile polisin ve savcının ağır görev kusuru var. Yaşını bile bilmedikleri bir kayıbı arıyorlar. Salim Abidin polise telefon etmiş, "yanımda çalışan Nadya kayboldu" demiş, polis de "peki efendim, arayalım" demiş, olmalı..
  • Bir ceset bulunduğunu öğrenen Salim Abidin evde düşünmektedir: "Katilin Nadya'nın ayağına bağladığı o ağırlıkla su yüzüne çıkması imkânsızdı." (s. 146) Savcı bulunan cesetle, nasıl bulunduğu ile ilgili bir detay vermediğine göre Salim Abidin, katilin Nadya'nın ayağına bir ağırlık bağlamış olduğunu nasıl bilebilir?
  • Salim Abidin harfleri tanıyamamaktan, okuyamamak ve yazamamaktan müstariptir. Oysa "Salona gitti: ressamın numarasını ceylan derisi kaplı ajandasına kaydetmişti. Ajandanın, ceylan derisi kaplı olmasını, evi dekore eden iç mimar istemişti. "Bütünlüğü bozan detaylardır."" (s. 147) Evet, yazarımız çok haklı, bütünlüğü bozan detaylardır. Okuyamayan, yazamayan Salim Abidin, ressamın numarasını ajandasına kaydedebiliyor ve gerekince de okuyabiliyor.
  • "Salim Abidin'in elindeki konyak kadehi şaşkınlıkla açılan parmaklarının arasından kaydı, "pat" diye önümüzdeki Isparta işi halının solgun sarmaşık güllerinin üzerine saçıldı." (s. 167) Romandaki kahramanların ortak özelliklerinin sürekli olarak şaşkınlıkla ellerindekileri düşürmek olduğunu belirtmiştik. Şaşırdıklarında parmakları gevşeyen insanlar hepsi. Yukardaki anlatım Ali Ferah'a ait. O da o anda yine iyileşmiş ve renkleri seçebilir hale gelmiş olmalı ki, halının güllerinin solgun rengini fark etmiş.
  • Savcı "Kadınsı bir hareketle adaçayının dibinde kalan limon dilimini çay kaşığıyla ezip parçalıyordu. Ellerinin, gür saçları ve çatık kaşlarıyla tezat oluşturacak denli ince ve zarif olduğunu, yumuşakça kıvrılarak hareket ettiklerini fark ettim. Bir eli, kesinlikle bir erkeğe ait olduğunu unutturmadan böylesine yumuşakça kıvırıp bükmek, marifet isterdi." (s. 182) Kesinlikle ister, bir bardağın içindeki limon dilimini ezme hareketi için bir el ne kadar kıvırılıp bükülebilir ki? Üstelik diğer eliyle bardağı tutmuyorsa, uygulayacağı güç son derece sınırlı iken...
  • Ali Ferah Ludmilla'ya aşık oluyor. Başbaşa kalıyorlar, öpüşüyorlar: "Nasıl sevişeceğime karar verememiştim. Vahşi mi, yoksa yumuşak, usul usul mu? İçinden geldiği gibi diyeceksiniz ama içimden sevişmek gelmiyordu." (s. 204) En tecrübeli erkek bile aşık olduğu bir kadınla ilk kez sevişeceği zaman böyle bir hesabın içinde olmaz. Üstelik sonraki satırlarda belki de aseksüel olduğunu, en son dokuz yıl önce seviştiğini öğreniyoruz. Yani sevişmek konusunda deneyimli de değil. "Öyle ki onu işemek dışında elime aldığım bile yoktu." (s. 204)
  • Ali Ferah'ın kardeşi Hayal, yatılı okulda rahibe Beatrice tarafından banyoda tacize uğrar. Tıpkı annelerinin tecavüze uğradığı sırada kilerdeki bütün nimetlere kanının bulaşması gibi Hayal'in kızlık zarının bozulması ile "küçük, dar banyonun zemini kan gölüne" döner. (s.222) Yani Hayal'in kan kaybından ölmüş olması gerekirdi.
  • Nadya, Salim Abidin'in evinde kalırken bahçedeki ağaçlar ona şöyle söylerler: "İhanet ediyorsun, Nadya. Alex ne halde, biliyor musun? Balıklar en son gözlerini yedi." (s. 241)
  • Alex'in içinde öldüğü, batan denizaltı Kursk, geçen yaz çıkarılmış, içindeki denizciler, soğuk tuzlu suyun korumasıyla, korkuyla açılmış gözleri, sarı saçları ve dökülmemiş parmaklarıyla bulunmuştu."Hâlâ yaşadıklarını düşünen cesetler gibi," demişti Nadya. Kursk'un içinden çıkarılan, hâlâ canlı gibi duran Alex'in cesedinin..." (s. 131) Peki balıkların en son gözlerini yediği Alex hangi Alex?
  • Ludmilla da Ali Ferah'ın annesi, ve kardeşi Hayal gibi çocukluğunda tecavüze uğrar. Ludmilla, aile dostları Boris'in tecavüzüne tepki göstermez çünkü "Bir kız çocuğunun küçükken bulamadığı şefkat ve mutluluk yol açmıştı bu tecavüze." (s. 264). Yani Ludmilla Boris'in tecavüzünden şefkat ve sevgi çıkarır. Bir sayfa sonra ise babasının "kızlarını "Yuri'nin altın damlaları" diye seven baba..." olduğunu okuruz. (s. 265) Ludmilla çocukken sevilmiş midir? Sevilmemiş midir? Yazar bir karar vermelidir.
  • Ludmilla'nın anne ve babası tacizin farkında olarak ama farkında değilmiş gibi davranarak zengin dostları Boris hakkında ona telkinlerde bulunurlar : ""Boris'e söyle Ludmilla, ortaklıktan ayrılırsa mahvoluruz." "Boris'e söyle Ludmilla, yaşamamız için daha çok para versin bize." "Boris'e söyle Ludmilla, sen daha zenginsin, babam da senin kadar zengin olamaz mı?" Bir sayfa sonra: "Boris amca günahlarını affettirmeye çalışan bir dindar olarak, aylık 80 dolar gelirle Moskova'da yaşıyor." (s. 267)  Sovyet döneminde nasıl bir ortaklık bu acaba? Sovyet döneminde zengin olan Boris amca, Sovyetler dağıldıktan sonra, benzer tipler oligarklaşırken nasıl fakirleşmiş?
  • Resim restoratörlerinin dünya çapında sıkı bir dedikodu ağı olduğunu öğreniyoruz. Ali Ferah'ın gençlik sevgilisi Celine İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'daki bir restorasyon atölyesinde Ali Ferah atölye şefi ile görüşmektedir. Ali Ferah, şef'e Celine'in İstanbul'da olduğunu söyler: "Bilmez miyim efendim? Ancak turistik bir gezi mi, yoksa moral gezisi mi olduğu pek bilinmiyor. Kendileri yan odada aşığıyla oynaşmaya dalınca, Leonardo'nun karakalem eskizlerinden birisini uzun süre ilaçta bırakarak yok etmişler, siz de bunu biliyor musunuz?" (s. 280) Demek ki o camiada herkes birbirini tanıyor ve her şeyi biliyor.
  • Aynı şef Ali Ferah'ın ilgilendiği bir tablo hakkında şunu söyler: "Bu resim de düşüp parçalanmıştı. Tamir etmek zorunda kaldık." (s. 281) Düşüp parçalanan nesne bir çanak, vazo, heykel değil, bir tablo! Bir tablo düşüyor ve parçalanıyor!
  • Ali Ferah : "Sedef, kucağında bebeğiyle pencerede dikiliyor. Üzerinde kuşağı çözülmüş, beyaz bir sabahlık var.... Hayal'in oadasında tedirgin bir hastabakıcı var. Beyaz başlıklıi beyaz önlüklü...Celine... koyu renk paltosu omuzlarında..." (s. 285)  Bay Ali Ferah, hani hastaydınız? Bir kaç satır sonra ise Celine'in elbisesinin renklerini anlamaya çalışır! Hastalık bir gidiyor, bir geliyor, ama gelip gitmeyi yazarımızın bu detayı unutması ya da hatırlaması belirliyor.
  • Salim Abidin, boğazdaki, içinde özel ormanı olan evini 2 milyon dolara satmıştır. (s. 324) Boğazda 2 milyon dolara bırakın içinde özel ormanı olan malikânenin, apartman dairesinin bile pek bulunmayacağını kaydettikten sonra, harfleri unutmuş Salim Abidin'in satış sözleşmesini imzalarken nasıl okuyup yazdığını görelim: "İmzayı çaktıktan sonra da aklına evde bir yıl daha oturmasına izin tanıyan maddenin anlaşmada olup olmadığını kontrol etmek geldi. Evi bir yıl sonra boşaltması gereken maddeyi görünce kendine geldi." (s. 292) Salim Abidin de yazarımızın unutkanlığına bağlı olarak zaman zaman okuyabiliyor.
  • Ludmilla, Rusya'da bir Daçada Boris amca ile mi yoksa Ali Ferah ile mi yaşamak daha iyidir diye düşünüyor: "Ali Ferah olsa olsa onun elinde kır çiçekleriyle portresini yapar, yaşından beklenmeyecek şiddetle onu düzerdi." (s. 296) Ludmilla daha önce yaşamadığı bir şeyi, yani Ali Ferah'ın yaşından beklenmeyecek şiddetle onu düzeceğini nasıl bilebiliyor? Malum Ali Ferah işemek dışında pek eline almıyor.
  • Nadya, Paris seyahatinde bir mağazada bahar dallı bir kimono beğenir ama parası olmadığı için alamaz. Sonra Celine kaldığı otelde Ali Ferah'ı bahar dallı kimono ile karşılar. Eee tabii ki Ludmilla da kardeşi Nadya'nın cesedine giydirmek için İstanbul'da bahar dallı kimono gibi sabahlık arayacaktır. (s. 306)
  • Sedef,  Salim Abidin'in evine gelmiştir: "Sedef şerefine kaldırılan viski bardağını gülümseyerek karşıladı. Viski bardağı Salim Abidin'in, Margret öncesi geçmişinde kalan hafif kadınların şerefine kaldırılırdı ya, olsun. Sedef, bu detayı önemsemeyecek kadar yorgundu." (s. 333)  Sedef'in sadece Salim Abidin'in bildiği bir detayı önemseyip önemsememesi nasıl mümkün olabilir?
  • Celine'in İstanbul'a gelme nedeni Ali Ferah'a bir tablonun kopyasını yaptırmaktır. Kopyayı orijinali ile değiştirecektir. Ali Ferah renkleri tanıyamadığı için ona tüm renklerin bir indeksini çıkarır, tablonun röntgenlerini detaylarını verir, onu kopyayı yapmaya ikna eder. Bu kadar basit!  Bu işin içinde olan bu insanların böyle bir şey olacağına inanacak kadar aptal olduklarına biz cahil okurlar inanalım da (bir tabloyu restorasyona gönderen müze dönüşte yapacağı analiz ile tablonun orijinal olup olmadığını dakikalar mertebesinde belirler. Genelde hepsinin atölyesi kendi içindedir. O atölyeler de uzay üssü gibidir. Hele Avrupa'dan Türkiye'ye restorasyon için tablo gelmez, vs..) peki ya şuna ne diyeceğiz: Ali Ferah tabloyu bitirmiştir, fakat vermek istemez, neden olarak da şunu söyler: "Ne kadar safsın, Celine. Bunun ortaya çıkmamasının imkânı var mı?" Peki Ali Ferah sen neden uğraştın bu tabloyu yaptın o halde, diye sormayacak mıyız okur olarak? (s. 359)
  • Ali Ferah'ın resmini yaptığı, boğaz kıyısında bir yalıda oturan yatalak bir şişko, yattığı yerden Nadya'nın sandaldan atılmasını gördüğünü iddia etmektedir. Dolayısıyla yatalak kadının yattığı yerden boğazı seyrettiğini düşünmek durumundayız, yazarın anlatımı da öyle. Ancak, Ali Ferah'ın yatalağı çizdiği resim şöyle aktarılıyor: "yatalak şişkonun arkasından Boğaz'ı, Boğaz'dan geçen bir sandalı, sandaldan merakla içeriye bakan bir adam ve kadını, pencerenin kenarında asılı aynada da, resmi yapan ve poz veren hanımını izleyen hizmetçi kızla meraklı kedisini görüyorduk." (s. 365) Yazar yatalağın yattığı yerden boğazı seyrettiğini söylüyor ama Ali Ferah'a yatalağı sırtı boğaz'a dönük olarak resmettiriyor!
  • Nadya'nın sandaldan atılma süreci betimlenirken Boğaz'da sandal ile dolaşırken yer yer sise girip çıktıkları belirtiliyor. "Sonra birdenbire sisin içine giriyorlar. Her şey görünmez oluyor." (s. 370) Ama şu doğa olayına ya da tesadüfe bakın ki, sis, tam da şişkonun penceresi önünde yok! Yazarımızın sisli bir havada Boğaz'da hiç gezmediğini düşünmek zorundayız. İstanbul boğazında sis, havadaki bulutlar gibi öbek öbek olmaz. Bebek sahilinda bir tutam sis, Kanlıca'da bir tutam, Arnavutköy'de bir tutam ve araları boş!
  • Sedef ve Salim Abidin sandalla boğazda gezinmektedirler, yine sis vardır: "Sandal bir şeye çarptı ve ters döndü" Denize düşerler, Sedef önce "hızla dibe doğru batıyordu" fakat sonra "ayaklarının bir türlü yere değmeyeceğini, çünkü güçlü bir akıntıya kapılmış olduğunu fark" eder. "Boğazın alt akıntısı soğuk karanlık sularda onu sürüklüyordu." Fakat nasıl oluyorsa "öldüm diyebileceği bir anda burnunun dibinde kendisini yakalayıp yukarı doğru çeken yazarı gördü." (s. 373) Müthiş!  Yazar da kışlık giysiler içinde ama bir SAS komandosundan daha becerikli ve güçlü olmalı ki, o akıntıda tesadüfen yan yanalar ve batan kadını çekip çıkarıyor! Bu kadar da değil "Her şey o kadar kontrolündeydi ki Sedef'in nabzını bile tuttu." (s. 374) İkisini de gelen bir tekne kurtarır: "Sedef'i oracıkta, o lomboz deliğinden tekrar denize bırakabilirdi." (s. 375)  Bir insanı atacak genişlikte bir lomboz deliği olduğunu anlıyoruz, özel imalat olmalı. "Sedef'i denizin dibinden çekmek için daldığında..." belirttiğimiz gibi yaşlı yazarımız bir SAS komandosundan daha becerikli olarak göz gözü görmeyen bir siste, boğazın meşhur akıntısı ile sürüklenen bir bedenin yerini tespit edebiliyor, dalabiliyor ve tuttuğu gibi çıkarıyor! Yazarımız tüm bunlara inanıyor mu acaba?
  • Şaşkınlıkla düşürülen nesneler arasına bir dürbün de ekleniyor, yatalak şişko anlatıyor: "Şaşkınlıkla dürbünü düşürdüğümü hatırlıyorum. Dürbünün sağ tarafındaki çatlak bu yüzdendir." (s. 387) Peki yatalak bir insan elindeki dürbünü nereye düşürebilir? Tek bir ihtimal var: kucağına. İnsanın kucağına düşürdüğü dürbünün sağ tarafı nasıl çatlayabilir?
  • Yatalak şişko sandalda Ali Ferah'ın Nadya'yı nasıl boğduğunu anlatır: "Sonra yerden aldığı bir şeyle kızın boğazını sıkmaya başladı. Kız sandalın ucundaki uzantıya sırtüstü uzanmıştı." Karşınızda birisi oturuyor, siz elinizde bir ip ya da tel ile onun boğazını sıkacaksınız. Nasıl bir hamle ile mümkün olabilir bu? Yazarın betimlediği şekilde bir insanı boğmak pek mümkün gözükmüyor. Ama bu romanda gerçeklikte olmayan her şey olabiliyor.
  • Celine, elinde "minicik, pırıl pırıl... bir silahla üzerimize doğru geliyordu" (s. 400) Yaşlı bir restoratör kadın İstanbul'a gelmiş ve minicik bir silahı var. Ali Ferah'ın, zamanında onu vurmak için babasının silahını beline takıp İstanbul'dan Paris'e gittiğini yadırgamıyorsak, Celine'in de babasının silahını çantasına atıp İstanbul'a gelmesini yadırgamamalıyız. Ya da Celine Hanım, kısa sürede İstanbul'daki silah kaçakçıları ile temasa geçmeyi başarmış ve bir minicik silah satın almış olmalı. Artık yazarımız hangisini uygun görmüş ise.
  • "Celine beni öldürmek isterken yazarı vurduğu minik silahını arkamızdan havuza attı, silah omuzumun kenarından  geçip bizden önce dibi boyladı. Ardından biz, sarmaşıklardan görünmeyen karanlık havuzun dibine düşüverdik." (s. 402) Suyun kaldırma kuvveti yine işlemiyor bu romanda. İnsanlar suya taş gibi düşüyorlar. Göl, deniz, havuz farketmiyor, hepsinde derinlik ne olursa olsun bir dibe değme ve dipte kalma saplantısı. Üstelik önünde duran yazarın vurulması sonucu, onun üzerine düşmesi ile havuza düşen ressam bu sırada Celine'in elindeki silahı havuza attığını farkedebiliyor, sonra da havuzun içinde kucağında bir adamla düşüş halinde iken minicik silahın omuzunun kenarından geçtiğini de görebiliyor.

 

Bize de artık söyleyecek başka bir şey kalmıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder


Bence gayet güzel bir yorum. Yazar da eleştiriye açık olsun, kendini düzeltsin. Aklı bir karış havada dolanan yazarlar bıdı bıdı yapmayı bırakıp azıcık otursunlar da kendi yazdıklarını şöyle bir sorgulasınlar. Roman yazmanın öyle kolay bir iş olmadığı ortada. Teşekkürler Hayatî Roman. Böyle eleştirilerinizin devamını bekliyoruz. Azıcık sert eleştirmenin kimseye bir zararı dokunmaz.

43%
57%

bence eleştiriyi yapan kişi sadece eleştiri yapmak için yapmışl romanı anlayamamış. Yazık kime kalmış eleştiri yapmak

47%
53%

Bu ülkede romanın nasıl ucuz, basmakalıp hale getirildiğini anlatan çok önemli bir araştırma bence. Kimi eleştirmenler değerli buldukları romanlar hakkında kalem oynatıyorlarmış gibi görünüyor ama roman diye sunulan, sürekli pohpohlanan böylesi örneklerin zaaflarını ortaya çıkarmak da en az iyi roman hakkında yazmak kadar önemli. Umarım piyasada göklere çıkarılan ve çok satan diğer bazı örnekler de böyle bir analizle gözden geçirilir. Bakın Günday'ın Az adlı romanına. Oradaki pornografi dilinden beslenen şiddet, inanılmaz tesadüfler onay görmüş gibi görünüyor. Zira bu romana ödüller veriliyor. Bu da edebiyatı seven, ciddiye alan okurları Türk romanından soğutuyor.

35%
65%

Acaba yazar kitabını yazarken sizin kadar titizlendi mi? Bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da Şebnem İşigüzel'in Hanene Ay Doğacak'tan sonra bir eserinin olmadığı. Yanlış anlaşılmasın o da seçtiği konudan dolayı. Eserleri hakkında çıkanları inanamayarak okuyorum. Ardından eserleri düşünüyorum. Modernize olmus bir Barbara Cartland. Çıkarımlarınızda sonuna kadar haklısınız, bir de diğer kitaplarını görseniz gözyaşları içinde kalırsınız. İşigüzel'e göre hemen her ailede ensest var, her ağabeyin kız kardeşinde, babanın kızında, ananın oğlunda gözü var. Ensest bizim gibi bir ülkede 90 yılında bu kadar açıklıkla işlenince bir anlamı oluyor. Ama bu tecavüzlerden başka yazacak şey mi yok? Ve yazarken bu denli ağız mı sulanır? Neticede edebiyatımıza tek bir tuğla eklememiş bir yazardır. Ve bu kadar zaman zarfında neden kendini geliştirememiş sormak lazım. Bir yazarın düzyazıda böylesi sıkışması tesadüflere (Cumhuriyet Dönemi edebiyatında da "tesadüf" yazarları diye komik bir olgu var :) olan ihtiyacına sebeptir. Buna da sebep genelde aynıdır. Herkes yazmak istiyor ama kimse okumak istemiyor. Kendini geliştirmeyen yazarı takip etmek istemiyorum açıkcası. Galiba konudan uzaklaştım. Ellerinize sağlık çok güzel yazmışsınız.

44%
56%

Fiyatı olan hatta o fiyatı bilmem kaç avrolara çıkanlar işin suyunu böyle çıkarırlarsa benim gibi görünmezler de daha çok dergiye, yayıncıya yazı gönderir de durmadan geri çevrilir. Yazıya da hoş geldin canım kapitalizm. Eleştiri yazısı için teşekkür ederim. Sadece şak şak olmayıp; geliştiren, fikir veren eleştiriler birazcık su serpiyor yüreğime. Emeğinize sağlık.

42%
58%

şebnem işigüzel in romanlarını sabırla okumaya çalıştım ama gerçekten bu hatalar insana bu kadar da olmaz ki dedirtiyor.bazı kitaplarını bitiremedim bile size tebrikler sabırla okumuşsunuz..

39%
61%

Böyle bir romanı nasıl bitirebildiniz, üstelik bu notları çıkarmak için bir kaç defa da göz atmanız gerekmiştir, tebrik ederim.

47%
53%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.