Ferdydurke, Witold Gombrowicz’in 1937’de Lehçe olarak yayımlanan ilk romanı. Eser, dönemin edebiyat çevreleri tarafından beğenilse de yazarın yaşadığı ekonomik sıkıntılara çare olmaz. Biraz para kazanabilmek için Polonya’dan Güney Amerika’ya giden yolcu gemisi Chrobry’de muhabir olmayı kabul eden Gombrowicz, Arjantin’e ulaşmasının hemen ertesinde Almanlar Polonya’yı işgal edince savaş bitene kadar Buenos Aires’te kalmaya karar verir. Yazar yoksulluktan kurtulamasa da yeni bir edebiyat çevresine girer; yeni arkadaşlarının profesyonel desteği ve teşvikiyle de Ferdydurke’yi 1947’de İspanyolcaya çevirir.
Romanı büyük beğeniyle karşılanır ve modern roman türünün yeni bir başyapıt kazandığının altı çizilir. Milan Kundera, edebiyat eleştirmenliğine soyunduğu kitabı Roman Sanatı’nda Ferdydurke’nin yirminci yüzyılın en önemli ve ilginç romanlarından biri olduğunu teslim eder. Gombrowicz hem biçim itibariyle kendisinden başka hiçbir romana benzemeyen bir eser ortaya koymuş hem de Rabelais, Diderot ve Kafka’nın izinden giden bir “düşünce romanı” yazmıştır. Temel olay örgüsünden çok düşünce akışına dayanan roman, akan düşüncenin bilinçdışı hissi vermesiyle de istisnaidir. Dolayısıyla, yazarın ilk sayfalarda belirttiği gibi kitapta anlatılanlar, olup bitenler bir “düşteki gibi gerçekdışı bir anlamsızlıkta” cereyan eder. Bölümler kimi zaman karabasana, sayıklamaya, hatta sabuklamaya dönüşür.
Ferdydurke’nin kurgusu, yapısal anlamda, Kafka’nın başyapıtları Dönüşüm ve Dava’yı hatırlatır. Romanın kahramanı, doğru dürüst bir işi olmadığı için yetişkin sayılmayan otuz yaşında bir yazardır. Bir sabah uyan(ama)dığında kapısında bitiveren bir davetsiz misafir tarafından adeta rehin alınır ve çok da uzak olmayan bir yaşam evresine geri götürülür: gençliğe. Ferdydurke’nin talihsiz kahramanı, Gregor Samsa’nın böceğe dönüşmesi, K.’nın bürokrasinin dehlizlerinde boğulmasını andırır bir karabasan atmosferi içinde kendisini bir lise öğrencisi olarak bulur. Onun uyanamadığıkâbus, delişmen sınıf ortamı, kural tanımaz gençler ve zıvanadan çıkmış id’dir. “Hastalıklı bir düşün bizi alıp her şeyin sıktığı, eğip büktüğü boğduğu bir diyara götürdüğü olur, çünkü her şey gençlik zamanlarımızdandır – yani gençtir, dolayısıyla bizler için artık çok fazla eski, zamanını doldurmuş ve çağdışıdır ve hiçbir zulüm böyle bir düşün, böyle bir diyarın zulmüne denk olamaz. O eski, aşılıp geçilmiş gençlik sorunlarına, olgunlaşmamış, ta ne zamandır bir köşeye itilmiş ve halledilmiş sorunlara geri dönmekten daha korkunç bir şey olamaz…”
Gerçekten de herkes en az bir kere tekrar ilkokul öğrencisi olduğunu, tekrar üniversite sınavına girdiğini, belki de en kötüsü tekrar askere alındığını rüyasında görmüştür. Ve bunlar Gombrowicz’in mükemmel biçimde tarif ettiği gibi kan ter içinde uyandığımız en berbat rüyalardır. Pedagog Pimko tarafından kolundan tutulup bir okula sürüklenen yazar, kendisini garip bir okul çocuğu personasına sıkışmış ve toy ergen çocuk törenlerine karışmış bulur. Bir yandan görkemli Latince laflar eden öte yandan Polonya’nın edebi şaheserleriyle dalga geçen gençlik, masum olmadıklarını kanıtlamak için naif kabalık gösterileri yaparlar. Ardından kahramanımız kendisini pek kentsoylu, modern bir kolejli kızın evinde bulur, en son bölüm ise aristokratik bir kır evinde cereyan eder.
Bu birbirinden tuhaf, bir yandan da muzip sahneler Gombrowicz’in ifadesiyle, “kendisine çocuk gibi davrandıkları için bir çocuğa dönüşen bir adamın grotesk hikayesi[ni]” anlatır. Yazara göre varoluşumuz, yaşayışımız, üretimimiz kendiliğinden olmaktan çok etrafındakileri emen bir ayna gibidir. Diğer insanlar bizi nasıl görüyorsa öyle oluveririz. Başkalarıyla iletişime geçerken taktığımız maskeler kişiliğimizde sonsuz bölünmeler yaratır. Eski kafalı muallim bizde masum bir yeniyetme gördüğü için elma yanaklı bir mahcuba, kolejli kız Zuta modern bir genç gördüğü için Amerikanlaşmış, sportif ve caz seven bir harp sonrası gencine dönüşürüz. Dolayısıyla Gombrowicz’e göre davranışlarımızı basitçe duygular, içgüdüler ve düşünceler yönetmez. “Başkaları”ndan bağımsız bir oluş yoktur. “İnsani varlık kendisini dolaysız ve doğasına uygun bir şekilde değil, ama hep belirli bir biçim içinde ifade eder ve o biçim, o üslup, o oluş tarzı sadece bizden çıkmaz, bize dışarıdan dayatılır...”
“ESER SENDEN DOĞMAZ”
Sanatsal faaliyet için de benzer bir parçalı, toplumsal ve mülhem olma durumundan söz ediyor Gombrowicz. “Sanat” ve “sanatçı” sözcüklerinin boşluğundan, insanlığın yalnızca kağıt ya da tuval üzerinde değil, ama gündelik hayatın her bir anında sanat yarattığını vurguluyor. İnsanın sanatla olan ilişkisi sadece şahsi bir heyecandan kaynaklanmadığı gibi, dışarıya kapalı bir tecrit ortamında da gerçekleşmez. “Birbirlerine karşılıklı olarak etki ederek kitlesel bir deneyim yaratan birçok insanın birçok duygusundan” oluşur.
Roland Barthes’ın yıllar sonra “Yazarın Ölümü” (La mort de l’auteur) diye nitelendireceği, yaratılan metnin yaratıcısından bağımsızlığının altını çizen bir roman Ferdydurke. “Bize sanki bir şey yapılandırıyormuşuz gibi gelse de bu bir kuruntudur” diyor Gombrowicz. Bizler aynı ölçüde yapı tarafından yapılandırılmışızdır. Yazdığımız şey devamındaki anlamı dikte eder: “eser senden doğmaz; bir şey yazmak istemişsindir, tümüyle başka bir şey yazılıp çıkmıştır.”
Her şey bir “parça”yla başlar, ancak her parça bütün olmaya meyleder. Tamamlanmaya çalışırken de geri kalanların kendi suretinde ve benzerliğinde olmasını talep eder, hatta dayatır. İlk parçanın çekim gücünden kaçamayız, eserin devamı onun ekseninde yürür. Başlangıç sonu öngörür. Yine de hepsi birer parçacıktır. “İnsan ruhunu bütünün mutlak imkansızlığı nitelendirir.”
* Görsel: Onur Atay
Yeni yorum gönder