Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Etiyopya kralının gözlerine bakmak



Toplam oy: 955

Edebiyat dünyamızın saygın öykücülerinden Mustafa Balel, geçtiğimiz aylarda yeni bir öykü kitabı yayınladı: Etiyopya Kralının Gözleri… Balel, edebiyatımızı takip eden okurun da bileceği gibi, 70’li yıllardan bugüne edebiyat ortamımıza büyük emek verdi; çeviriler yaptı, ansiklopedilerde çalıştı, o güzel Öykü Dergisi’ni çıkardı. Ben elbette, öykü merakı baş gösterdikten sonra, sahaflarda, kütüphanelerde bu derginin izini sürmüştüm… 80’lerin sonlarında, dergilerde az sayıda öykü yayınlandığı için, öykünün başlı başına bir derginin konusu olabileceğini düşünemezdim. Öykü Dergisi, Yaba Öykü, Seçilmiş Hikâyeler, bu nedenle birer cevherdi benim için. Bu anlamda Balel’in hem öyküleriyle hem Öykü Dergisi ile harcadığı çaba ve öykücülüğümüze sağladığı katkı büyüktür.

 

 

Balel, 60’lı yıllarda oluşan ve etkisi 80’lerin sonuna dek süren özel bir öykücü kuşağına katılıyor. Bu yıllarda, bilindiği gibi, edebiyatımızın en önemli, unutulmaz öykücüleri yetişti. Öne çıkanlar, okur tarafından çokça okunanlar oldu. Leyla Erbil’den Onat Kutlar’a, Erdal Öz’den Hulki Aktunç’a, öykücülüğümüz bu dönemde ışıdı adeta. Herhalde, çoğu zaman 50 Kuşağı adıyla anılan öykü çevresinin öncülüğü söz konusuydu burada.

 

 

Bu dönemde, dil devrimimiz görevini büyük oranda tamamlamıştı; dilin sadeleşmesinin yanında, kendi sesine kavuşmuş bu dille yazan çok önemli yazarlar da yetişmişti. Erdal Öz, kendi çevresinde bulunan, o dönem yazarları arasında Ataç’ın etkisinin nasıl büyük olduğunu anlatırdı. Bu yazarlar, bir yandan dilin üzerine titrer, bir yandan da çağdaş dünya öyküsünü de izleyerek, Türkçe öykünün olanaklarını genişletmeye çalışırlardı.

 

 

Mustafa Balel, bu dönemin yetiştirdiği öykücülerden biridir. Toplumsal sorunlara duyarlı, öykü kişilerinin bireysel özelliklerine vurgu yapan bir yazardır. Elbette, Türkçenin lezzetini yalnızca okura aktarmakla kalmaz, öykülerini yazdığı sırada, bu lezzeti kendisinin de yaşadığını gösterir:
   
  

 

Berber dediğin çenesi düşük olur tabii. Sürekli konuşur, futboldan söz eder, politikadan söz eder, artistlerden, günün filmlerinden, gündemdeki şarkıcının yeni şarkısından… Muhi’nin onlardan nesi eksikti ki… Onlar kadar o da biliyordu bütün bunları. Durmadan bir şeyler anlatıyor, ara sıra çenesini dinlendirmek istercesine durup makası şaklatıyordu… Belki de işe biraz heyecan katmak istediğinden yapıyordu bunu… Ama sık sık yineliyordu bu makas şaklatma işini… Ardından da yeni baştan daldırıyordu saçların arasına… (s.88)
   
  

 

Balel, çoğu öyküsünde bugün hızla kaybolan “o iyi insanlar”dan oluşan kent ve kasaba çevrelerini anlatıyor. Bir türlü sert görünmeyi başaramayan anneanneler, tüm otoritesini sessizliklerinden alan dedeler, şakacı dayılar, ciddi amcalar, hiç şikayet etmeyen anneler, ağır yüklerinin altında yine de hayata tutunmaya çalışan babalar, yaramaz kardeşler… Balel’in öykülerinde eski kalabalık ailelerin yaşadığı karnaval, büyük insan sevgisi ve dil başarısıyla aktarılıyor okura. Tıpkı kitaba adını veren “Etiyopya Kralının Gözleri” öyküsünde olduğu gibi.
 

 

Asıl kahraman büyükbaba
 
 

 

“Etiyopya Kralının Gözleri”, kalabalık, çoğu zaman şenlikli bir ailede yaşayan çocuğun öyküsünü anlatıyor. Birbirinden renkli öykü kişilerinin yer aldığı öyküde asıl kahraman, büyükbaba. Çünkü büyükbabanın gözlerine bakılamıyor; herkesin, o iri yarı büyüklerle yaşlı başlı kadınların bile karşısında neredeyse selam durduğu “Etiyopya Kralı”, büyük, erişilmez bir iktidar. Balel, öyküde anlattığı aileyi ince ayrıntılarla dolu bir tablo gibi resmediyor. Ve metin, iktidarın devrilişi ile son buluyor. Öykü, anlatıcının -adeta öyküyü aktarmada kendisine yardımcı olmak üzere seçtiği- yoldaşı konumunda bulunan bir oyuncak kuğunun ortaya çıkmasıyla başlıyor:
   
  

 

Kuğuların gagaları turuncu, tüyleri kar beyazdır. Ama çenesinin ortasında tıpkı benimki gibi küçük bir çukur bulunan -bakın, işte bu çukur- uzun boylu sarı bıyıklı amcanın hediye ettiği kuğu bunun tam tersiydi: Gagası kar beyaz, tüyleri turuncu… (s.11)
 
  

 

Ve büyüleyici -ve sıra dışılığı ile anlatıcımızın kafasını karıştıran, ona gerçek özgürlüğün kapılarını açan- turuncu kuğu, sonunda o gözüpek iktidarın sonunu bir çırpıda getirir. Öyle ki, sanki asıl sözü, tüm sözleri, dedeyle torun arasında yaşanan tüm gerilimi sona erdirmek için -tabii torun yararına- var ve armağan edilmiştir. Çocuk, kuğuyu dedesinin elinden kurtarmak için tüm cesaretini toplar ve o dev gibi adamın gözlerinin içine bakar. Bunu ilk kez yapar. İşte o zaman, dedesinin gözlerinin kendi gözlerinden ve ailedeki öbür gözlerden hiç farkı olmadığını görür:
 
  

 

“Babam verdi onu bana, babam!” // Etiyopya krallığı işte o zaman devriliyor ve büyükbabamın saltanatı, benim, sebilhane bardakları gibi dizildiğimiz sıradan birkaç adım geriye çekilip ayağımın birini yere vura vura bu sözü defalarca yinelediğim anda sona eriyor. // Bir daha ne krallık kalıyor, ne de taht. (s. 25)
 
  

 

Mustafa Balel, öykücülüğümüzün geleneğini sürdüren, bu geleneğe kendi özgün katkılarını yapmış usta bir yazar. İnsanımızı nasıl renkli, ince ayrıntılarla, insan sevgisiyle anlattığını görmek için Etiyopya Kralının Gözleri mutlaka okunmalı.
   

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.