Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Evet" ile "hayır" arasında



Toplam oy: 1064
Antonio Skarmeta
Kırmızı Kedi
Direnç ve inatçılık, Şili'nin resmine, müziğine ve edebiyatına hep yansıdı. Antonio Skármeta'nın Gökkuşağı Günleri adlı romanı da o örneklerden biri.

Şili deyince aklımda birkaç görüntü beliriyor: Birincisi, Augusto Pinochet'nin 11 Eylül 1973 günü yaptığı darbeyle 1990'a kadar ülkede terör estirmesi. İkincisi, aynı gün Pinochet tarafından devrilen Salvador Allende'nin, sağından solundan kurşunlar geçerken dünyaya son kez bakışı. Bir başkası, Victor Jara'nın enfes şarkıları ve Pinochet'nin adamlarınca pek çok devrimci gibi Şili Ulusal Stadyumu'nda öldürülmesi. Bir diğeri Pablo Neruda ve nihayet ülkenin müthiş doğası... 

 

Sadece bunlardan ibaret değil belki ama hepsi Şili'nin tarihinde önemli yer kaplıyor. Ülkenin yakın geçmişi büyük sıkıntılarla dolu. Ancak Şili, bunların üstünü örtmedi ve atlanmaması gereken bir gerçeği bize gösterdi: Baskı dönemi bittikten sonra, diktatörlüğün hüküm sürdüğü yıllarda olup bitenleri yazmak kolay. Asıl mesele, diktatörü ve adamlarını yargılamak. Şili, her ikisini de büyük ölçüde başardı. Bu anlamda direnciyle ve inatçılığıyla öne çıkıyor. Sözü geçen direnç ve inatçılık, Şili'nin resmine, müziğine ve edebiyatına hep yansıdı. Antonio Skármeta'nın Gökkuşağı Günleri adlı romanı da o örneklerden biri. 

 

Kitapta anlatılanların hayli sahici gelmesinin en önemli nedenlerinden biri, yazarın Pinochet'nin şiddetine tanık oluşu. Şili Üniversitesi'nde edebiyat dersleri verdiği dönemde gerçekleşen darbe yüzünden ülkeden kaçmak zorunda kalan Skármeta, Avrupa'da yaşadığı yıllarda (1973-1989) araştırmalarına ve kitaplar yazmaya devam etti. Gökkuşağı Günleri, Şili'nin karanlık döneminin sonuna denk gelen, biraz geçmişle hesaplaşan biraz da o günlerin atmosferini anlatan bir roman. Hatta bu kitaptan hareketle filmleştirilen ve 1988 referandumunda Pinochet'ye karşı yürütülen "hayır" kampanyasını konu alan, Pablo Larraín'in yönettiği No adlı bir filmin olduğunu da hatırlatayım. 

 

PINOCHET'NİN "SAYGIN" ÇEVRESİ 

 

 

Kitap, Pinochet'nin ülkenin üstüne kâbus gibi çöktüğü ama iktidarının da sallanmaya başlamasıyla önceki halkoylamasının bir benzerini gerçekleştireceği 1980'lerin sonunda geçiyor. Romanın kahramanlarından Nico'nun, felsefe öğretmeni babasının tutuklanışıyla başlayan süreç, büyük ikilemlerin tüm kişileri yoklayacağının da habercisi. 

 

Bunu bize sezdirense varlık ve hiçlik problemi üzerinden felsefeye yapılan giriş ve Santos öğretmen için ahlakın her şeyden önce gelmesi. Dolayısıyla Skármeta, daha başlangıçta Nico ve babası, Nico'nun sevgilisi Patricia ve onun babası Adrian'la yoğun bir hikayenin bizi beklediğini gösteriyor.

 

Adrian, ülkenin en iyi reklamcılarından biri ve başarılı bir kariyere sahip. Pinochet iktidarı tarafından tutuklanıp işkenceden de geçirilmiş olan Adrian'a aynı rejim, 1980'lerin sonunda yapılacak "Pinochet'ye evet" kampanyasını yönetmesi için teklif götürüyor. Adrian ise tahmin edilebileceği gibi büyük bir şok yaşıyor. Fakat bunu ikiye katlayan gelişme, bir süre sonra "Pinochet'ye hayır" kampanyasının direktörlüğünün de kendisine teklif edilmesi. Adrian'ın karşı karşıya kaldığı durum, "evet"i kabul edip Pinochet tarafından "saygın" bir konuma yerleştirilmek ya da "hayır" kampanyasına dahil olup umut yaratmak ama öbür yandan da Pinochet yönetiminin keyfini kaçırmak. 

 

Adrian'ın işi zor çünkü 16 parçalı "hayır" cephesinin karşısındaki Pinochet, ülkeyi on beş yıldan fazla süredir yönetirken korkuyu silah gibi kullanmış ve buna da devam ediyor: "Ben kazanmazsam satın alacak hiçbir mal bulamazsınız ve Şili'yi yönetecek bir iktidar da." Kısacası "huzur" ve "istikrar" için halkoylamasında kazanmak adına her türlü yola başvuracak gibi görünüyor. Bununla birlikte ülkede sayısı azımsanmayacak bir kesim "hiçbir diktatör kaybetmek üzere halkoylamasına gitmez" diye düşünüyor. 

 

Adrian için zaman hayli az, rakipse gücünü yitirmeye başlasa da halen etkili. Bu nedenle hızlı ve sağlam hareket etmesi lazım. Tüm baskı yönetimlerinde olduğu gibi diktatörün verdiği "propaganda şansı" en iyi şekilde değerlendirilmeli ve onun iktidarında gedik açılmalı; 16 partili kakafoniden bir uyum yaratmalı. 

 

ON BEŞ YILA KARŞI ON BEŞ DAKİKA

 

Adrian'ın o koşullarda bulaştığı bu iş tam bir çılgınlık. Hem neşeli hem ciddi hem de herkese; tüm muhalefete çekici gelecek bir kampanya yürütmek zorunda. Ayrıca buna uygun bir simge yaratması da gerek. Zaman daralırken bütün renleri bir araya getiren ama 16 partinin hiçbirinin bireyselliğini de yok etmeyen sembolü buluveriyor: Gökkuşağı.

 

On beş yıldan fazla süredir ülkeyi kasıp kavuran ve ikinci kez halkoylamasına giderek "güven" tazelemek isteyen Pinochet'ye hayır diyebilmek büyük cesaret istiyor. Çünkü onun, kaybetme ihtimaliyle ilgili yolladığı mesaj tamamen tehdit içeriyor. Ancak bu bir yıldırma politikası ve Adrian'la ekibi, on beş yıla karşı propaganda için on beş dakikaya sahip. Günde yalnızca on beş dakika televizyonda dönecek kampanya filmi insanlara bir şey söylemeli.

 

Bu sırada Nico'nun en büyük korkusu babasının öldürülmüş olması. Ondan öğrendiği ahlaka dair sağlam felsefi görüşlerin her zaman kendisine yardım edeceğini ve doğruyu bulmasını sağlayacağını düşünüyor. Pinochet'nin yangın yerine çevirdiği Şili'de, Nico'nun bu görüşüne katılabilecek kaç kişi var? İşte halkoylaması bunu da su yüzüne çıkaracak bir belirleyici olarak algılanabilir. Adrian ve ekibi, bu vicdana seslenmeye uğraşıyor. 

 

"Hayır"cıları "çapulcu" olarak gören ve kendi oynanmış anketlerine inanmayı tercih eden iktidara karşın sokaktaki manzara farklı: Gökkuşağı hareketi, Adrian'ın öncülüğünde ve artan popülaritesi sayesinde her geçen gün daha fazla taraftar buluyor. 

 

Skármeta'nın romanının sonunda yaşananları, Şili'nin yakın tarihinden ayrı düşünmemeli. 1980'lerin bitiminde ülkedeki halkoylamasında yüzde 55'in üzerinde bir rakam yakalayan 16 partilik ittifak, Pinochet için daha pasif günlerin geleceğini duyuruyordu. Öte yandan, on beş yılı aşkın iktidarında öldürdüğü, kaybettiği ve tutuklatıp işkenceden geçirdiği sayısız insanın hesabının sorulmasını isteyen büyük bir kitle o tarihte birikmeye başlamıştı bile. 

 

Adrian'ın ağzından çıkan cümleler, bir tür başkaldırının nasıl filizlendiğini, Şili'nin değişimini ve daha önemlisi ilkelerin ve ahlakın yaşatılması gerektiğini simgeliyor: "Evet ve hayır arasındaki sürtüşme uzun sürecektir çünkü bu bir ölüm kalım meselesi: Farklı düşünenlere hayat tanımak ya da onları öldürmek arasındaki fark. Ben yaşananları asla unutmayacağım."

 

 


 

 

* Görsel şuradan alınmıştır: http://lilianacarrillo1691.blogspot.com.tr/2013/05/no-campaign.html

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.