Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Felaketin habercisi



Toplam oy: 462
Ödön Von Horvath // Çev. Oktay Değirmenci
Jaguar Kitap
Tanrısız Gençlik, yetmiş yıl önce yazılmasına rağmen güncelliğini halen koruyan bir roman; kulağa bir reklam klişesi gibi gelebilir ama...

Ödön von Horváth Tanrısız Gençlik romanında, o çağın pek çok yazar ve entelektüeli gibi,  faşizmin yol açacağı felakete, bireysel ve toplumsal çöküntüye dikkat çekiyor. Kayıtsız şartsız itaate dayalı totaliter bir yönetim, düzene uygun yetiştirilen militan bir gençlik, boyun eğmiş bir toplum temalarıyla Tanrısız Gençlik, yetmiş yıl önce yazılmasına rağmen güncelliğini halen koruyan bir roman.

Ödön von Horváth, 1901’de, o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda, bugün için Hırvatistan sınırları içinde kalan Fiume’de (Rijeka) doğmuş. İlkokula Budapeşte’de başlamış, orta öğrenimini de Bratislava ve Viyana’da tamamlamış. Yazmaya üniversite eğitimi için gittiği Münih’te öğrenciyken başlıyor. İlk eseri, Das Buch der Tänze adlı tiyatro oyunu. Sonrasında bütün vaktini edebiyata ayırmak için üniversiteden ayrılıp Berlin’e yerleşiyor. Oldukça verimli geçirdiği gençlik yıllarında yazdığı oyunlar, edebi çevrelerden övgüler alırken Nazi yanlısı basının tepkilerini toplar. İlk romanı Sechsunddreißig Stunden 1929, ikinci romanı Der ewige Spießer 1930 yılında yayımlanıyor. 1931’de Kleist Edebiyat Ödülü’ne layık görülüyor. 1933’te ise, Nazi baskısının artması nedeniyle Viyana’ya yerleşiyor. Alman toplumunu ve Nazi ideolojini eleştirdiği Tanrısız Gençlik (Jugend ohne Gott) romanı 1937’de Amsterdam’da yayımlanıyor. Avusturya’nın Nazi Almanya’sıyla birleşmesi üzerine 1938’de ilk önce Budapeşte’ye, daha sonra ise Paris’e kaçıyor. 1939’da, Tanrısız Gençlik’ten uyarlanması düşünülen sinema filmiyle ilgili bir toplantıya giderken talihsiz bir kaza sonucu -henüz otuz sekiz yaşındayken- hayatını kaybediyor. Son romanı Ein Kind unserer Zeit ölümünden sonra yayımlanıyor.

 

Seçim yapma zamanı

 

Tanrısız Gençlik, bir öğretmenin anıları tarzında kaleme alınmış. Otuz dört yaşındaki tarih-coğrafya öğretmeni bir şehir lisesinde kadrolu çalışan, düzenli bir maaşı olan ve emeklilik hakkına sahip bir adam. “Ekonomik kaygıları olmadan yaşlanıp bunayabileceği” için şükretmesi gerektiğinin farkında. Ne var ki hiç mutlu değil. Ülkenin sürekli savaş halinde olmasından, her yana sinmiş faşizan zihniyetten, her gün saçma sözlerle bu zihniyeti dikte ettiren radyo yayınlarından ve bu zihniyet ile yetişen öğrencilerinden bıkmış bir halde. Öyle ki, artık mesleğini yapmaktan bile zevk almıyor. Hikaye ilerledikçe anlatıcının bıkkınlığının ve mutsuzluğunun nedenlerini zincirleme gelişen olaylarla daha iyi anlıyoruz...

 

Bir ödev kağıdında, “bütün zenciler sinsi, korkak ve tembeldir,” ifadesini gören öğretmen, öğrenciyi bu tür genellemeler yapmaması içi uyarır. Ne var ki ırk, renk, dil, din, cinsiyet gözetmeksizin bütün insanların eşit olduğu inancına dayalı bu uyarı Alman ırkının üstünlüğü fikrine tapınan öğrenciler ve velileri açısından bir hakaret, ortak değerlere saldırı biçiminde yorumlanacaktır. Sınıfta bir nefret odağı haline gelen öğretmen, kendisinden ziyade genç kuşakların geleceği için endişelenmektedir: “Bu oğlanların benim için kutsal olan her şeyi reddetmeleri, o kadar da kötü değil gerçi. Kötü olan, bunları nasıl reddettikleri, başka bir ifadeyle: Ne olduklarını bilmeden. Ama en kötüsü de, onların bu şeyleri hiç öğrenmek istememeleri! Düşünmenin her türlüsünden nefret ediyorlar. İnsanları umursamıyorlar, onlardan vazgeçmişler. Makine olmak istiyorlar: Vidalar, çarklar, pistonlar, zincirler. Fakat makinelerden ziyade mühimmat olmayı tercih ederlerdi: Bombalar, şarapneller, mermiler...”

Öğrencilerin zorunlu olarak katıldığı yaz kampında rehberlik yapmakla görevlendirilen öğretmen trajik bir olayın sonucunda endişelerinde ne denli haklı olduğunu anlayacaktır. Artık bir yol ayrımındadır. “Çoğunluğa karşı tekliğin elinden ne gelir ki?” diye yakınan genç adam her şeyi kaybetmek pahasına da olsa çoğunluğa karşı direnebilecek midir?



 

Kötülüğün doğası

 

Tanrısız Gençlik, gerek gençliği konu edişi gerek işlediği temalarla Robert Musil’in Öğrenci Törless’in Bunalımları ve William Golding’in Sineklerin Tanrısı romanlarını hatırlatıyor. Öğrenci Törless’in Bunalımları’nı, askeri okullarda verilen eğitimin ve disipline dayalı sistemin içinde yaşadığı toplumun “ruhunu” yansıttığının farkındalığıyla -1906 yılında- kaleme almıştı Musil. William Golding ise Sineklerin Tanrısı’nı yazarken İkinci Dünya Savaşı'nda tanıklık ettiği vahşetin etkisindeydi. Issız bir adada mahsur kalan gençlerin giriştikleri iktidar mücadelesini anlatırken, onların içinde barındırdıkları iyilik potansiyelinden ziyade insanın doğasını ve kötülüğü sorgulamıştı. Musil’in romanında felsefe, Golding’inde hikaye öne çıkıyordu; Tanrısız Gençlik de hem zaman hem de anlatım özellikleri açısından bu iki romanın arasına yerleşiyor.

Ödön von Horváth’ın felsefi meseleleri polisiyeye yaklaşan bir hikaye içinde dile getirdiği Tanrısız Gençlik etkileyici, daha doğrusu rahatsız edici ama mutlaka okunması gereken bir roman. Nazilerin yaratmak istediği toplumu ve gençliği çok iyi tahlil etmiş Horváth. Özellikle gençlerin kırsal alanda, ailelerinden uzak kalarak geçirdikleri yaz kampında cereyan eden olaylar bireyler arasındaki güç ilişkilerini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Yalnızlık, itaate dayalı bir eğitim sistemi, zihne yığılan bilgilerin boğuculuğu, rekabet, cinsel kimlik arayışı temaları çerçevesinde ilerleyen hikayedeki gençlik kısa zamanda kötülüğü keşfeder. Keşfetmek bir yana kötülük haz vermiş, doğallaşmıştır. İşe bu faşizmin yaratttığı ruh halidir.

Tanrısız Gençlik
’te kastedilen aslında imansızlık değil, gençlerin iman ettikleri Tanrıyı, Tanrı fikrinin arkasındaki ahlaki ve insani değerleri kavrayamayacak durumda olmaları. Ve hatta Tanrının yerini Führer’in, din öğretisinin yerini Nazi ideolojisinin doldurması. Buna karşılık asıl Tanrısız olan öğretmenin kendisi. Dini inançları yok ama Aydınlanmadan feyz almış bir dünya görüşü, iyi ve kötü hakkında değer yargıları, ahlaki bir duruşu var. 

Düşünmekten nefret eden, insanları umursamayan, öğrenmektense inanmaya, yaratıcılıktansa makinenin bir dişlisi olmaya yatkın gençlerin dramını anlatan Tanrısız Gençlik için, yukarıda, “yetmiş yıl önce yazılmasına rağmen güncelliğini halen koruyan bir roman,” demiştim. Kulağa bir reklam klişesi gibi gelebilir ama Ödön von Horváth’ın tespitleri, bugünün totaliterleşme eğilimleri gösteren toplumları için geçerliliğini halen koruyor gerçekten de. Birkaç alıntı ile bitiriyorum:

“Kendi güruhunun çıkarına olan doğrudur, haklıdır, diyor Radyo. Bize yaramayan şey kötüdür, haksızdır. Demek her şey serbest; cinayet, hırsızlık, kundaklama, yalancı tanıklık. Evet, hatta sadece serbest de değil, kendi güruhları çıkarına işlendiği sürece bunlar bir cürüm bile sayılmıyor.”

“Ellerinde pankartlarla kız ve erkek öğrenciler ve pankartların üzerinde yazılı olan yalanlara inanan aileler uygun adım sokaklardan geçiyorlardı. Ayrıca, bu yalanlara inanmayanlar da onlarla beraber yürüyordu. (...) Bayrağı hiç vakit kaybetmeden daha dün geceden asmıştım. Canilerle ve çılgınlarla muhatap olan kişi, canice ve çılgınca davranmak zorundadır, aksi halde yok olup gider. Geriye kemikleri bile kalmaz. Bu kişi yuvasını bayraklandırmak zorundadır, her ne kadar artık bir yuvası yoksa da. Artık kişilik değil, yalnızca itaat var sayılıyorsa hakikat gider ve yalan gelir. Bütün günahların anası olan yalan.”

 

 


 


Görsel: Onur Aşkın

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.