Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gençliğin enerjisini hissedin...



Toplam oy: 922
Ned Beauman // Çev. Sabri Gürses
Domingo Yayınevi
Eğlenceli, hızlı, hareketli bir roman Işınlanma Kazası ama ister istemez kıyaslandığı Boksör Böcek’i aşamıyor.

Ned Beauman'ın ilk romanı 2011’de Türkçeye çevrilmişti. Şaşırtıcı, hızlı ve heyecanlı bir roman olan Boksör Böcek’i beğenmiştim. İngiltere'de de sevilmiş olacak ki bazı ödüllere değer bulundu. Çok geçmeden ikinci romanını da tamamladı Beauman. 2012 Man Booker Ödülü'ne aday gösterilen ancak son elemeyi geçemeyen Işınlama Kazası’nın tarihsel arka planında –Boksör Böcek’teki gibi– 1930'ların Almanya'sı, Nazilerin yükseliş dönemi yer alıyor.

 

 

 

Işınlanma Kazası, ışınlama makinesi icat etmek ya da icadı ele geçirme peşinde koşan bir dizi insanın maceralarını anlatıyor. Egon Loeser da onlardan biri. Sahne tasarımcılığı yapan ancak soyadının çağrıştırdığı üzere gerçek bir ‘looser’ olan Egon, XVII. yüzyılda sahne tasarımcılığı yaptığı bilinen, sahneleri hızla değiştirmek için ışınlama mekanizması tasarladığına ama cihaz çalıştığında yıkılan tiyatro binasının altında kaldığına inanılan Lavicini hakkında bir oyun hazırlığı içinde. Ama Egon'un asıl tutkusu tiyatro değil, kadınlar, hatta cinsellik. 30'ların Berlin'inde renkli bir bohem hayat, serbestçe yaşanan aşklar sürüp giderken, ne yazık ki bu konuda bir türlü açlığını doyuramıyor.

 

 

 

 

 

(Görsel çalışma: Clare Corfield Carr)

 

 

 

 

 

Mesleki geleceği belirsiz, cinsel hayatı dibe vurmuş haldeki Egon'un hayatı, Adele Hitler isimli genç kıza rastlamasıyla değişecektir. Peşine düşecek, Paris'te yakalayamadığı kızı bulmak için Los Angeles'a kadar gidecektir. Los Angeles'ın kuruluş dönemidir. Bilim insanları, yazarları, zenginleri, Nazilerden kaçan göçmenleri ve casuslarıyla Berlin'dekine benzemeyen bir hayatın içine düşen Egon'un aklında hep kısa zamanda geri dönme fikri var. Ancak Adele'i bulamadığı için bunu gerçekleştiremez. Üstelik ışınlama makinesi deneylerinin yapıldığı üniversitenin yakınlarında yaşaması, eski merakının depreşmesine neden olacak, bu onu hem Adele ile buluşturacak hem de bir seri katille karşılaşacaktır. Yıllardır aradığı aşk ise, beklenmedik bir anda çıkar karşısına. Tam hikaye bitti ama bu ışınlama cihazı da neyin nesiydi, diye düşünürken, romanın dördüncü bölümünde zamanı hızla geri ve ileri sarıyor Beauman. 19310 yılı Los Angeles'ına ‘ışınlıyor’ okuyucuyu; çember kapanıyor...

 

 

 

 

 

     (Görsel çalışma: Louise Rosenkrands)

 

 

 

 

 

 

 

Türler arasında

 

 


İlk romanı için araştırma yaparken okuduğu bir kitaptan, Mike Davis’in Los Angeles tarihini anlattığı City of Quartz’ındaki –Weimar Cumhuriyeti’nden kaçan göçmenlerin ve roket bilimci Jack Parsons'ın hayatlarına dair– portrelerden esinlenerek yazmış Işınlanma Kazası’nı. Aslında Beauman'ın yararlandığı, roman içinde gönderme yaptığı kitap sayısı çok fazla; Isherwood'un Hoşça Kal Berlin’i, Hemingway'in Paris Bir Şenliktir’i, Joyce'un Ulysses’i, Chandler'ın Büyük Uyku’su, Faulkner'in Ses ve Öfke’si... Ama bana en çok Klaus Mann'ın Sonsuzda Buluşma’sını hatırlattı. Mann'ın romanı 1932'de yayımlanmıştı; Işınlanma Kazası’nın başlama zamanı bu. Beauman da tıpkı Mann gibi Berlin’deki sanatçılar çevresini anlatıyor. Ve asıl benzerlik, her ikisinin sanatçı tiplerinin de sanatsal üretimle ilgilenmeyişleri; daha çok aşk ilişkileri, hırslar, yükselen faşist hareket karşısında huzursuzlukla karışık bir tavırsızlık… Mann'ın kahramanı Sebastian gibi Beauman'ın kahramanı Egon da Berlin'i terk edecek, kader her ikisini de çok uzaklara savuracaktır.... Bir başka benzerlik, her iki roman kişilerinin de o dönemin gerçek şahsiyetlerinden esinlenmesi. Mesela Işınlama Kazası’nda karşımıza çıkan Stent Mutton karakteri, Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’ın yazarı Cain'e dayanıyor. Başka gerçek şahsiyetlere de rastlayacaksınız; neyse ki sadece isimleri ve dedikodularıyla. Beauman burada ustaca davranmış, onları hikayeye doğrudan dahil etmemiş ama varlıklarını sezdirmesini de bilmiş. Özellikle Brecht'in ismi sık geçiyor; Brecht'i hastalıklı biçimde kıskanan Egon'un ‘looser’ psikolojisini yansıtması açısından önemli bir anıştırma.

 

 

 

 

Günümüzde kaybedenlerin roman kahramanı olmasına alışkın değiliz. Ancak Beauman, romanlarında bestseller’ların tam teşekküllü ve yakışıklı kahramanlarına hiç benzemeyen, karizmatik yanı hiç olmayan insan tiplerine veriyor başrolü. Yeteneği, kadınlara çekici gelen bir tarafı, derinlikli bir dünya görüşü yok örneğin Egon'un. Ancak hayatta kalma arzusu kuvvetli. İşte bu onu ‘çağımızın kahramanı’ haline getiriyor. 30'ların insan tipine ‘çağımızın kahramanı’ demek anakronik kaçabilir; ne var ki ışınlama cihazıyla anakronizmaları meşrulaştırmış Beauman. 30'lardan 50'lere uzanan roman Berlin ve Los Angeles'ta geçmekle birlikte, anakronik bir yaklaşımla, yakın dönem Londra’sından, günümüzden izler taşıyor. İlk romanındaki bir tespitimi tekrar edeceğim: Ned Beauman için geçmiş ölü bir şey değil. Bugünün neo-faşizminin ya da neo-liberalizmin tarihsel köklerini –bilim kılığına girmiş ideolojisinin art alanını ya da kentsel ütopyalarını– ayrıntılarla işliyor. Özellikle bilimin ABD'deki algılanışını, metafizikle karışmasını kara mizahla eleştirmiş.

 

 

 

 

 

Geri planda Nazilerin yükselişi, Almanya'da ve ABD'de faşizmin bunaltıcı atmosferi bulunmakla birlikte, Egon’un siyasetle pek bir ilgisi yok. O kadar ki, Hitler ismini ilk kez Adele Hitler sayesinde öğreniyor ve umursamıyor bile. ABD'de göçmenler arasında geçiyor adı ama onun göçmenliği algılayışı biraz farklı: "Loeser bazen sızlanan sürgünleri dinlerken, kendisinin de işinden atılıp vatanından kovulduğu hissine kapılıyordu. Onun işi seksti. Vatanı kadın bedeniydi. Tıpkı onlar gibi kayıp hissediyordu kendini, ama kimse anlayışlı davranmıyordu." Öne çıkan diğer karakterler de Egon'dan farksız. Bu 30'ların ve biraz da bugünün dekadansını yansıtıyor. Buna rağmen romanı 30'lu, 40'lı yılların yazarlarından farklı bir enerji ve mizahla kurgulaması hiç şüphesiz gençliğin coşkusundan. Yine de kof bir mizah değil, ciddiyet ile şenlik arasında denge kurmasını ve eleştirisini ortaya koymayı başarıyor.

 

 

 

Romanda çok fazla gönderme yapıldığını söylemiştim. Bu bolluk Işınlanma Kazası’na “çok türlü” bir görüntü veriyor; polisiye, aşk, tarih, bilimkurgu... Beauman hepsini de kullanıyor. Hikaye dağılmıyor ama hikayenin merkezi Boksör Böcek kadar sabit ve sağlam değil. Eğlenceli, hızlı, hareketli bir roman Işınlanma Kazası ama ister istemez kıyaslandığı Boksör Böcek’i aşamıyor.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.