Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hayat yataktan çıkmaya değer mi?



Toplam oy: 841
David Whitehouse
Domingo Yayınevi

Güncel edebiyat seyirlik bir rekabet, kitaplar artık proje, yazarlar oyuncu. David Whitehouse, Yatak romanını tanıtmak için, Londra’da, sokak ortasında, bir kitapçının önüne kurulu yatağa girmiş okuruna el sallıyor. Asıl zor olan okurun yatağına girebilmek. Acaba okur yeni bir yazarı ilk romanıyla yatağına kabul edecek mi?

 

Aslında David Whitehouse güncel edebiyat dünyasına girmeden önce doğru adımları atmış. Makaleleri The Guardian başta olmak üzere önemli gazete ve dergilerde yayımlanmış, çektiği kısa film, festivallerde gösterilmiş. Hem basın hem bağımsız film dünyasında yer ve çevre edinmiş. Her şeyden önemlisi bir ilk roman için iyi bir fikir bulmuş.

 

 

İlk roman için iyi bir fikir

 

“Malcolm Ede, hayatının hiçbir işe yaramadığını hissettiği 25 yaşına bastığı gün yatağa girer ve 20 yıl boyunca hiç yataktan çıkmayarak, annesinin sürekli onu beslemesi sayesinde yarım tondan fazla bir ağırlıkla dünyanın en şişman insanı olur.” 

 

Bu iyi fikir sayesinde, roman henüz basılmadan büyük bir ilgi uyandırmış edebi çevrelerde. Öncelikle fikrin tüketim toplumunu büyük bir ironiyle hicivleme potansiyali iştah kabartmış. Hayatın anlamsızlığı ve insanın varoluş sorgulamasını kişisel gelişim kitapları düzeyinde irdelese bile yeter diye umulmuş. Üstelik obez insanlar, sirk gösterisi gibi ilgi çekiyor. Reality şov gibi bir roman bu! Tam isabet!

 

Ancak David Whitehouse, fikri duyanların kafalarında oluşan romanı yazmamış. Roman bittiğinde yayımlamayı kabul eden de olmamış. Ta ki yayımlanmamış eserlerin katıldığı, Ödüllerin Canı Cehenneme olarak çevirebileceğimiz To Hell With Prizes ödülünü kazanana dek. Sonunda Simon Schuster kitabı yayımlamayı kabul etmiş. Sonrasını biliyorsunuz. David Whitehouse, sokağın ortasında, kitapçının önünde kurulu yatağa girmiş el sallıyor. Alacak mısınız bu ilk romanı?

 

Kararınızı etkiler mi bilmiyorum ama, film hakları çoktan satıldı bile. Üstelik aykırı ödüllerden biri olan, okurların 150 kelimelik bir övgü yazısıyla romanları aday gösterdikleri Not The Booker Prize ödülleri listesine de girerek, kurumsal edebiyat dünyasına karşı duruşunu okur desteğiyle perçinlemiş. Kitap artık bir proje, yazarı marka.

 


Bir aile romanı

 

David Whitehouse iyi ki kendinden beklenen romanı yazmamış.Tüketim toplumunun insanları da tükettiği anafikri hakkında, bu fikre gönülden katılsak bile, bir kitap daha okumaya sabrımız kaldı mı? Şüphesiz Yatak, kendini günümüz tüketim toplumu içinde konumlayan bir roman. Hiçbir zaman ait olduğu çağı saklamıyor, hatta destek alıyor. Ancak akıllıca bir seçimle, hikayeyi kapitalizmin en küçük birimi olan aile etrafında anlatıyor. Yatak, bir aile romanı. Zamanın felsefe sorunu geçici olabilir ama aile dinamiği değişmez. Bu nedenle günümüz popüler felsefe trenine binip tüketim toplumunu eleştiren kitaplardan biri gibi okunmamalı bu kitap. Zamansız olmaması için hiçbir neden yok.

 

In media res başlıyoruz hikayemize. Ortasından.  Mal’ın yatakta geçirdiği yedi bin dört yüz üçüncüncü günden. Anlatıcının ismini bilmiyoruz. Mal’ın küçük erkek kardeşi olduğunu öğreniyoruz. Mal, İngilizce’de hastalıklı, kötü anlamları taşıdığı için seçilmiş bir isim. Yazar, Türkçe’deki anlamını bilseydi, gülerdi sanırım.  Bir iki sayfalık bölümler halinde yazılmış roman, belli bir kronolojik sıra izlemeyen anılar ve anekdotlar ile Mal’ın çocukluğu, yatağa girmeye karar verişi, yataktaki günlerini anlatıyor. Yatak dışında hayat, yatağın etrafında devam ediyor. Yatak artık bütün evi kaplamakta. Baba, kendini evin çatı katına kapatmış bir şeyler icat ediyor, anne bahçedeki karavana yerleşmiş devamlı yemek yapıyor, kız arkadaş karavanın yanındaki çadırda hayranlardan gelen mektupları okuyor, bütün gün bir kasapta çalışan erkek kardeş hala akşamları Mal ile aynı odadaki yatağında yatıyor ve şişmanlıktan göbek deliği küçük bir güveç büyüklüğüne genişlemiş olan kardeşini bir et parçası olarak tasvirliyor.

 

Ede ailesinin gerçekliğinde, kaosun bir düzeni var. Bu tuhaf düzen onların hayatı haline gelmiş. Anlatılanlar olacak şey değil, bizim başımıza asla gelmez diye okusak bile, bizim başımıza gelse aslında aynen Ede’ler gibi davranacağımız da büyük olasılık. Işte bu olmayacak olaylar içinde yaratılan gerçeklik, Ede ailesini son dönemlerin en ilginç kurmaca ailelerinden biri yapıyor.

 

Ede’leri birer roman karakteri olarak standart Freudyen vaka kriterleriyle açıklamaya çalışmak çok sıkıcı ve kolaycı olacak. İlginç olan, karakterlerin koskoca bir “Neden?” sorusuyla birbirine bağlı olması. O kadar büyük bir soru ki bu ve karakterler o kadar cevapsız bırakıyorlar ki birbirlerini. Aileler konuşmaz zaten. Bir karakterin varoluş sorgulaması yapması doğal ve neredeyse içgüdüsel ama bu sorunu felsefi boyutta çözümleyecek derinliğe sahip değil karakterler. Onları ilginç yapan da, cevaplar ararlarken kendilerini tanımlamaları.

 

Kardeş hiçbir zaman, “Neden Mal bunu kendine yaptı?” demiyor, “Neden bunu bana yaptı?” diyor. Baba, nedenlerle değil nasıllarla ilgili. Geçmişindeki  bir trajediye geri dönerek “Nasıl kurtarabilirim?” ile kafasını yoruyor.  Anne ise, ihtiyaç duyulduğunu hissettikçe varoluş nedenini sorgulamadan yaşamaya devam ediyor.

 

 

Büyüyemeyen kardeşler

 

İhtiyaç duymak ve duyulmak ne demektir? Sevgi ve bağımlılık aynı şey midir? Mutluluk nedir? Hayatın amacı nedir? Bir kurtuluş mümkün müdür?  Kader diye bir şey var mıdır? Ancak birini kurtarırsak mı hayatın anlamı yakalanır? Sıraladıklarım gibi büyük sorular sormaya kalkışıyor Whitehouse ama bu büyük soruların sıradan insanların arasına sızışını, çöreklenmesini, alçak gönüllülükle yazmış. Hatta, yanlış anlaşılmayacaksam, haddini bilerek yazmış diyecek kadar ileri gitmek istiyorum. Bunun en büyük nedeni anlatıcının küçük kardeş kimliğini hiç bırakmaması. Malcolm yataktan çıkıp büyük adam olmayı reddettikçe kardeş, küçük kardeş olmaya hapsoluyor. Cüssesi büyüse de ebedi bir çocukluktur yatakta kaçtığı yer. İki kardeş birlikte büyüyememektedirler. Çocukluk rekabetleri, kıskançlıkları devam etmektedir. Aynı kıza aşık olmaları bile büyümeleri için bir engeldir.

 

David Whitehouse’un gözlemleri çok iyi. Fiziksel görünümleri o denli detaylı betimliyor ki,  karakterlerin ruh hali, geçmişi ve geleceği giysi kıvrımlarından okunuyor. Özellikle Mal’ı bir et parçası, insan olmayan bir varlık gibi betimlemesi okurda ona karşı oluşabilecek iğrenme duygularını da, empati duygularını da engelliyor. Okur için ne acınan, ne sevilen, ne kurtulması için dua edilen, ne de nefret edilen bir karakter. Bir kahraman protestocu değil Mal.  Yaptığı şey, ölüm orucu etkisi beklenen bir ölüm yemesi değil. Sonunda Mal’ın ölüp ölmediğini merak etmiyoruz.

 

 

Talihsiz olaylar dizisi

 

Tesadüfler ve tekerrürler, kaderin karakterlerle kukla gibi oynaması, özellikle romanın ikinci yarısını Lemony Snicketvari talihsiz olaylar dizisine dönüşüyor.  Kaderin cilveleri gibi görünen bu yazarsal deus ex machina müdahalaleri karşısında, karakterlerin normal ve sıradan davranışlarının birleşimi, bu romanı şaşırtıcı bir şekilde kurtarıyor.

 

Son satırlara dek okurun tepesinde asılı soru işareti, “Neden” sorusunun peşine takılı. Mal’ın çocukluğunda, gençliğinde, anne ve babanın geçmişlerinde ipuçları bulsak bile tam anlamıyla neden Mal’ın 25 yaşında yatağa girip bir daha çıkmayı reddettiğini cevaplamıyor. Sonunda kitabın verdiği cevap ise, başka bir soru: “Neden olmasın?

 

Ya da Jung’un dediği gibi, zekanın çözmeye çalışıp başaramadığı gizemi, eller çözer. Ve baba kendi elleriyle icat ettiği mühendislik harikası kaldıraç ile Mal’ı evden çıkarmayı başarır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.