Hikaye anlatıcılığına kafa yoran, hikayenin edebiyatın türcü doğasının ötesinde, gündelik hayatın tam da ortasındaki esaslı yeri üzerine düşünen her türlü esere merakım büyük. Hikaye olmasaydı, dünya nasıl bir yer olurdu? Yeryüzünde cereyan eden herhangi bir şey, hikaye edilmeseydi neye benzerdi? Hikaye anlatıcılarının sürekli atıfta bulunduğu gerçek yaşam, eğer hakkında konuşulmasaydı/yazılmasaydı –beşerin hem kişisel hem kolektif süzgecinden geçmeseydi– kayda nasıl geçerdi? Belki de hiç geçmezdi.
Valeria Luiselli, ikinci romanı Dişlerimin Hikâyesi’nde işte tam da bu konunun çevresinde dolanıyor. Hikaye ile hikayenin konu ettiği “şey” arasındaki yakınlık veya uzaklık, benzerlik ya da alakasızlık üzerine düşündüren roman, protagonisti müzayedeci aracılığıyla nesnelerin kendisinin bir değeri olmadığını, onlara taşıdıkları değeri ve manayı hikayeler/söylem sayesinde bizim verdiğimizi söylüyor. Söylem, gerçeği nasıl yönlendirir, bir nesnenin olduğundan tamamen farklı bir şekilde algılanmasına sebep olur mu? Bu haliyle, kahramanımız hikaye anlatıcılığının bazen diğerini ikna etmek üzere “uydurmak” ya da “yalan söylemek” olduğu fikrini ortaya koyuyor.
Kitabın ortaya çıkış fikrini anlatan Luiselli, Meksiko’nun dışında metruk bir bölgedeki Galería Jumex’te açılan bir serginin küratörlerinin kendisinden sergi kataloğu için bir metin istediklerini söylüyor. Serginin amacı galerinin bir parçasını oluşturduğu bu bölge ile arasındaki bağlantı noksanlığına dikkat çekmekmiş ve bu galeri yine bu bölgede bulunan Jumex Meyve Suyu Fabrikası tarafından maddi olarak desteklenmekteymiş. Bu iki dünya arasındaki uçurumu alegorik bir metinle anlatmaya karar veren Luiselli, fabrika ve işçiler hakkında yazmak yerine onlar için yazmaya karar vermiş ve işçilerin okuyabilmesi için her hafta kitabın bir bölümünü teslim etmeyi önermiş. Günün sonunda meyve suyu fabrikası işçilerinin yüksek sesle okuyabilecekleri, her hafta bir bölümü yayımlanan süreli bir roman çıkmış ortaya; hatta bu metin, fabrikada kurulan bir okuma grubunun yazara geri dönüşlerinden de beslenmiş. Bir yazar olarak bu alışverişin sonunda şöyle bir şey fark etmiş Luiselli: “Akıllarındaki temel soru sanat eserlerinin nasıl değer kazandığıydı, kitabın temel meselesi de bu zaten. (…) Ben bu soruyu, çok daha genel bir anlamda ele alıyorum: Bir söylem, belli bir obje üzerinde ne gibi bir rol oynar ve yaratıcısının omuzlarına nasıl bir yük bindirir? Bu kitabın asıl amacı, objeleri onlara değer ve itibar sağlayan bağlamdan uzaklaştırmak ve bunun anlam ve anlamlandırma bakımından onları nasıl etkilediğini görmektir.”
Hikayenin merkezinde müzayedeci Otoban var: “Dünyanın en iyi müzayedecisiyim ama kimse bilmez, çünkü ihtiyatlıyımdır. Adım Gustavo Sánchez Sánchez, gelgelelim herkes bana Otoban der, beni sevdiklerinden olsa gerek. İki kadeh rom içtikten sonra Janis Joplin taklidi yapabilirim. Kısmet kurabiyesi yorumlayabilirim. Tıpkı Kristof Kolomb gibi bir yumurtayı masanın üstünde dikine durdurabilirim. Japonca sekize kadar sayabilirim: ichi, ni, san, shi, go, roku, shichi, hachi. Sırtüstü yüzebilirim.”
Otoban hem okuluna gidip eğitimini aldığı hem de kendine has bir satış tekniği geliştirdiği mesleğinde adını duyurmuş, başarılı biri. Otoban’ın mesleki sırrı şu: Normalde satın alınması pek de olası olmayan nesnelerin, oldukça ilginç ve karşı konulmaz hikayelerle değerini artırarak –bir şekilde– satın alınmasını sağlamak. Bu konuda o kadar tuhaf bir beceriye sahip ki, kendi sararmış dişlerini bile müthiş yaratıcı hikayelerle başkasının dişiymiş gibi (mesela Montaigne’in ya da Rousseau’nun, hatta Virginia Woolf’un) anlatarak yüksek fiyata satmayı başarıyor. Otoban, nesneler hakkında anlattığımız hikayelerin –ister gerçek ister uydurma olsun– o nesnelerden daha önemli olduğuna inanan biri. Kendine aşırı derecede güveniyor ve onu dinleyen herkesi anlattığı hikayeler –ve dolayısıyla kurduğu uydurma gerçeklikler, mış gibilikler– karşısında savunmasız bırakıyor. Nesnelere değil, onlar hakkında anlatılan hikayelerin gücüne inanan biri olarak öyle hikayeler anlatıyor ki her şeyi ama her şeyi satabiliyor, ta ki kendisine dahi aynı tavırla yaklaşana dek: Otoban tıpkı değerini artırmak için haklarında hikayeler uydurduğu nesnelere yaptığı gibi, kendi hikayesini de baştan yazıyor, kendini efsaneleştiriyor, yeni bir gerçeklik yaratıp her şeyi olduğundan farklı bir şekilde kayda geçiriyor.
Müthiş bir yazar zekası
Dişlerimin Hikâyesi, farklı bölümlerden oluşan, yapısal olarak oldukça zengin, edebiyat ve felsefe evrenine dair sayısız referanslarla dolu bir roman. Keyifle okunacak, bir sonraki sayfada neler olacağını hep merak ettirecek, müthiş bir yazar zekasının ve sıkı bir çalışmanın ürünü olduğunu her fırsatta hissettiriyor… Güncel sanat tartışmalarından günümüzde söylemin önemine kadar pek çok konuda zihin açıyor. Bir okur olarak tek bir pürüze işaret etmem gerekirse, o da ancak şu olabilir: Roman –Meksikalı bir yazar tarafından kaleme alındığından mütevellit– sadece Meksika hakkında belli bir noktaya kadar bilgisi olan okur tarafından layıkıyla anlaşılabilecek yoğun referanslar barındırıyor. Edebiyat, felsefe ya da ülkenin kültürüne dair çok sayıda isim, olay vs okuru ara sıra raydan çıkarabilecek olsa da günün sonunda doğru yere götürüyor.
Dünyamıza Kalabalıkta Yüzler ile hızlı bir giriş yapan Luiselli, ikinci romanıyla hem başarısının tesadüfi olmadığını hem de efsanevi Latin Amerika edebiyat geleneğinin yeni nesilden bir yazarla sürdüğünü kanıtlıyor. Dişlerimin Hikâyesi, tadı damağımızda kalan Kalabalıkta Yüzler’in ardından kalbimizi bir kez daha çalmaya kararlı.
Görsel: Gökçe İrten
Luiselli'nin ilk romanı Kalabalıkta Yüzler ile ilgili yazı için tıklayınız.
Yeni yorum gönder