Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kakofoniye dönüşen bir kanon



Toplam oy: 742
Valeria Luiselli // Çev. Seda Ersavcı
Siren Yayınları
Valeria Luiselli, her çağın edebiyatçısının, önceki çağlarda yaşamış yazarların, şairlerin nefesini üzerinde taşıdığını, dahası bunu kendisinden sonraki çağlara da aktardığını anlatıyor kitabında.

Metro istasyonundasınız. İşten çıktınız, yorgunsunuz. Çantanızda Sait Faik, Leylâ Erbil, Oğuz Atay ya da James Joyce, Kafka, Dostoyevski… Bir şair belki de, sözgelimi Sylvia Plath sizi bekliyor. Yazarınızla baş başa geçireceğiniz dingin saatleri hayal ederek katlanıyorsunuz yolculuğa. Kayıtsızca camdan dışarı baktığınız sırada, istasyondaki kalabalığın arasında bir yüzle, üstelik bugün artık hayatta olmadığını sandığınız birinin yüzüyle karşılaşırsanız ne yaparsınız? Hele ki bu, çantanızdaki kitabın yazarının ya da şairinin yüzüyse? 

 

Latin Amerikalı genç yazar Valeria Luiselli, Kalabalıkta Yüzler isimli ilk romanında şöyle diyor: “Kişinin bir hayatı geride bırakmasının nedeni başka bir hayata başlamasıdır.” Metafizik bir “yeniden doğuştan” söz etmiyor Luiselli; her çağın edebiyatçısının, önceki çağlarda yaşamış yazarların, şairlerin nefesini üzerinde taşıdığını, dahası bunu kendisinden sonraki çağlara da aktardığını anlatıyor kitabında. Yolculuğun başlangıç noktası ise Ezra Pound’un kısa şiiri “In a Station Of Metro.” Zaten romandaki “hayaletlerin” başında Ezra Pound geliyor. Şiir ise şöyle: “Belirişi bu yüzlerin, kalabalıkta;/ Taç yaprakları, yaş, kara bir dalda”. Luiselli, romanına “Kalabalıkta Yüzler” ismini vermekle kalmamış, Pound’un şiirinin adında geçen metro istasyonunu da romanın mekanlarından biri yapmış. 

 

Kim kurmaca, kim gerçek?

 

İstasyondaki kalabalığın arasında bir yüzle, üstelik bugün artık hayatta olmadığını sandığınız birinin yüzüyle karşılaşırsanız ne yaparsınız?

 

 

İki çocuğu ve kocasıyla birlikte yaşayan bir kadının, “aile kurmadan önceki” yaşamından aktardığı anekdotlarla başlıyor roman. Kadın henüz memede olan küçük bebeği ve “ortanca” dediği oğluyla ilgilenmek zorunda. O yüzden de ancak geceleri yazabiliyor. Bu okuduğumuz, o “geceleri yazılan roman” mı, yoksa yazım sürecini anlatan başka bir tanesi mi? Anlatıcı karakter o sırada yazmakta olduğu roman ile romanın yazılma sürecini yansıtan bir başka romanı aynı anda tek bir kitabın içinde sunuyor bize. 

 

Romanın ilk bölümü (yaklaşık ilk 60 sayfası) çevirmenlik yılları ile bugün arasında gidip gelen bu anlatıdan oluşuyor. Yıldız işaretiyle ayrılmış kısa paragraflar bizi bir geçmişe fırlatıyor, bir bugüne geri getiriyor. “Şimdi” bölümlerinde çekirdek ailenin dört duvarı arasına sıkışmış ama yazma arzusu duyan anlatıcı, yazma eylemi ile koşullar arasındaki ilişki üzerine düşünmemizi sağlıyor. Bu bölümler kurmaca ile gerçekliğin sınırları üzerine bir tartışma yürütmek için de ilham verici. Bir parça M. C. Escher’in çizimlerini hatırlatıyor. “Kim kimi yazıyor? Kim kurmaca, kim gerçek?” gibi sorular iç gıcıklıyor. Örneğin bir yerde, kocasının evi terk ettiğini okuyoruz. Ama birkaç sayfa sonra, kocası kadına, “Beni neden romandan sürdün?” diye sorabiliyor. Böyle anlarda yazılan roman ile bizim okuduğumuz roman birbirinin içine geçiyor. Kurmaca-gerçeklik iç içeliği doruğuna çıkıyor ve oldukça da eğlenceli bir hal alıyor. (Kitabın sonuna “Kalabalıkta Yüzler kurmaca bir eserdir, gerçek kişilerle benzerlikler ancak rastlantısaldır” ibaresi konmuş. Yazarın bu oyunbozanlığı neden yaptığını anlamadım.)

 

Geçmişe gittiğimiz bölümlerde anlatıcının Gilberto Owen isimli Meksikalı bir şaire tutkuyla bağlandığını ve onun şiirlerini çevirmek için yayınevi editörüne tek ayak üstünde kırk türlü yalan uydurduğunu okuyoruz. Zaman zaman başka yazarların ve şairlerin hayaletleri de dolaşıyor satırlar arasında. Bazen bir metro istasyonunda bekleyen, bazen bir bar taburesinde içkisini yudumlayan Ezra Pound’la ya da Williams Carlos Williams’la karşılaşmak işten bile değil. 

 

Anlatıcı karakter, “Kitabın konusu ne anne?” diye soran çocuğuna, “Bir hayalet romanı,” diye yanıt veriyor. Hayalet metaforu yalnızca burada değil sayısız kez çıkıyor karşımıza. Romanın yazıldığı evde yaşayan aile de “Yüzsüz” adını verdikleri bir hayaletle birlikte yaşadıklarına inanıyor. 

 

Ve ağaç... Zaman zaman kurumuş ve hayata geri döndürülmek istenen, zaman zaman ölen eşi hatırlattığı için (Ölen eş, ölen yazarlar mı yoksa?) kesilmesi arzulanan ağaç imgesi sık sık çıkıyor karşımıza. Ağaç deyince insanın zihninde hayatın kendisi, ölü olmayan, yaşayan, üreyen, doğan, dallanıp budaklanan her şey canlanıyor. Bunların başında da galiba edebiyat geliyor. Kökleri unutmadan. Köksüz bir ağacın dallarının çiçeklenemeyeceğini mi söylemek istiyor bize Valeria Luiselli? 

 

Tamamlanmamış bir yapboz

 

Kalabalıkta Yüzler romanı, garip bir biçimde ikiye bölünmüş aslında. Kurmaca ve gerçekliğin iç içe geçirildiği, yazma eylemi üzerine düşünmemizi sağlayan ve anne/eş/kadın olarak yazmanın açmazlarını tartışan birinci bölüm ve yazarların, şairlerin ölümsüzlüğünü, her birinin birer hayalet olarak şimdide ve gelecekte yazılan metinlere nefes verdiğini anlatan ikinci bölüm. Adı konulmuş bir bölümlemeden söz etmiyorum, zira kitabın yapısı zaten parçalı. Öyle ki, birbirine pek o kadar bağlanmayan bir pasajlar yığını da diyebiliriz. Sanki tamamlanmamış bir yapbozun parçaları. Üstelik eksik parçalar da çoğunlukta.

 

Kitabın 63. sayfasından itibaren ikinci bölüm başlıyor. Buradan itibaren de işler bir parça karışıyor... Romanda o ana dek anlatıcı karakterin çevresinde dolanan hayaletler de kendi hikayelerini anlatmaya başlıyorlar. Birden çok anlatıcılı, çok sesli bir yapı ortaya çıkıyor. Göndermelere, imalara, oyunlara yetişemez oluyor okur. Kendimizi bir 1920’lerde, bir 1950’lerde, bir bugünde buluyoruz. Üstelik bugünü anlatan kadın romancı çevirmenlik yaptığı kendi geçmişini anlatmayı da sürdürüyor. İlk 60 sayfada geçmiş ile bugün arasında gidip gelirken, 60’tan sonra zamanda sıçrayan anlatıcıların sesleri kakofonik bir hal alıyor.

 

Bu andan itibaren yazar kendisini oyun kurucu olmanın şehvetine kaptırmış gibi; okur ile oyun arkadaşı olduğunu unutup, yanıtını bir tek kendisinin bildiğine inandığı bilmeceler serpiştiriyor metnin içine. Bir süre sonra okur da, kitabın meselesini unutup, “Bu kimdi, şu gönderme neye acaba?” gibi soruların peşine takılarak dedektiflik rolünü üstleniyor. Tüm bunlar yazarın “derdine” ne kadar hizmet ediyor bilmiyorum ama okur olarak ben oyundan çıkmak istiyorum, çünkü sanırım artık eğlenmiyorum.

 

 


 

* Görsel: Servet Kesmen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.