Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İlk destanlardan günümüzün çok satan kitaplarına...



Toplam oy: 291
John Sutherland // Çev. Tufan Göbekçin
Alfa Yayıncılık
Sutherland, ele aldığı konuların ve yazarların neden ilginç olduğunu, günümüzün okurunun bunları okursa neler kazanacağını hissettirmeyi, merak uyandırmayı başarıyor.

1935’te, henüz 26 yaşında, doktorasını yeni tamamlamış bir sanat tarihçisi olan Ernst Gombrich, dünya tarihini sevdirmek amaçlı bir kitapçık yazmayı denemiş: Almanca yazdığı kitabın başlığı “Genç Okurlar İçin Kısa Dünya Tarihi.” Böylesi geniş bir konuyu 40 kısa bölümde açıkladığı kitap klasikleşmiş sonradan. Günümüzde, Yale University Press bu eseri tekrar, çekici bir tasarımla İngilizce okurların dikkatine sunarken, bununla kalmadı; çağımızın saygın uzmanlarına aynı formatta kısa tarihler (bilim, dil, arkeoloji, felsefe…) yazdırmaya başladı. Elimizdeki kitap, University College Of London’un Çağdaş İngiliz Edebiyatı profesörü, yazar, editör ve Guardian’ın emektar kitap eleştirmeni John Sutherland’ın bu seri için yazdığı Edebiyatın Kısa Tarihi.



Kitap, Gombrich’in projesindeki iddiayı gerçekten başarıyla sürdürüyor: Her birini birkaç dakika içinde okuyabileceğiniz 40 bölüm, edebiyatı başlangıcından bugüne, ilk destanlardan günümüzün çok satan kitaplarına, matbu kitabın ölümü tartışmalarına kadar getiriyor; Sutherland, ele aldığı konuların ve yazarların neden ilginç olduğunu, günümüzün okurunun bunları okursa neler kazanacağını hissettirmeyi, merak uyandırmayı başarıyor. Kadınların edebiyattaki yeri, ırk ve sınıf problemleri, destanların ve halk edebiyatının aslında hiç de öyle basit olmadığı, Gulliver’in pek de çocuk kitabı sayılamayacağı gibi tartışmalı meseleleri de birer birer, ustalıkla ele alıyor.

 

 

Türkçe okur için kitabın en dikkat çekici yönü, edebiyata İngilizce gözüyle, ayrıca İngilizce edebiyata da Britanya’dan görüldüğü haliyle bakan bir kitap olması. Öyle ki, koskoca Amerikan edebiyatı bile bölümlerden biri olarak (örneğin Bloomsbury grubuyla aynı hacimde) anlatılıp geçiliyor; dünya edebiyatının da İngilizcede yaygınlaşmış ya da İngilizceyle tarihi ilişkisi olan örneklerinin daha büyük ağırlığı var. Bu durumun önemli bir faydası, kitabın okura İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitiminde neler okutulduğunun hızlı, temiz bir özetini vermesi (işin bu yönünden ben de faydalandım: Benim gibi “alaylı” edebiyat amatörleri, belki bazı konuları çok iyi, fazlasıyla iyi bilir, ama okullulara öğretilen çok temel konulardan da ancak ismen haberdar olurlar; Sutherland, Austen’ı, Beowulf’u, Brontë kardeşleri çok temel düzeyde güzelce anlatıyor benim gibilere). Kitap, bu yönüyle, Britanya’nın edebiyat piyasasında olan biteni de bugünün gözüyle güzelce anlatıyor. Britanya merkezli bu bakış, Rus edebiyatı, Fransız edebiyatı gibi büyük edebiyatların bir-iki anılmayla geçiştirilmesi gibi koskoca kör noktalara da yol açıyor öte yandan: Örneğin, Narnia Günlükleri’ne ayrılan yer, Tolstoy, Dostoyevski ve Çehov’un toplamından büyük gibi kitapta – ama, Narnia’yı, “Edebiyat Nedir?” sorusuna genç okurun dikkatini çekmek için kitabın açılışında kullanmış olduğunu da söyleyip hakkını verelim. Deneysel edebiyat tekniklerini anlatırken Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’yu hakkıyla anması, ama Yaşam Kullanma Kılavuzu’nun radara girememiş olması, çağın bu başyapıtının İngilizce konuşulan dünyada hâlâ tam olarak takdir edilemediğinin bir ispatı.

 

 

Pürüzlere ve eksiklere rağmen

 

Böyle geniş çapta ve iddiayla yazılmış bir kitap blöfsüz olmuyor tabii. Örneğin Joyce’un Ulysses’inden bahsederken Leopold Bloom’u “siyah takım elbiseli, masa başı çalışan bir köle” (İngilizcede “desk slave”) olarak anması, “diğer günlerden çok farklı olmayan sıradan bir gündür. Truva yağmalanmaz, Helen kaçırılmaz, büyük savaşlar olmaz” sözleriyle kitabı Homeros’un İlyada’sıyla karşılaştırması, Ulysses konusunda fena halde blöf yaptığını, kitabı okumamış (ve kurgusunun en temel yönünü ikincil kaynaklardan da öğrenmemiş) olduğunu ele veriyor. Bloom, masabaşı kölesi olmak bir yana, gazeteler için şirketlerden reklam topluyor, öyle belli bir işyeri yok; bu sayede belli bir saatte, belli bir yerde olması gerekmiyor, tüm gün kafasına göre Dublin’de rastgele gezebiliyor, günün çok kısa bir kısmında iktisadi olarak faydalı bir “iş” yapmasına rağmen yeterli para kazanabiliyor. Homeros’la paralelliği de, bu nedenle, güzel Helen ve Truva savaşı (İlyada) ile değil, Odysseus’un yıllarca rastgele Akdeniz’de gezmesiyle (Odysseia) kuruyoruz. Ayrıca, meraklısı için belirtmek isterim ki, o sıcak günde siyah takım elbise giymesinin nedeni de sabah bir cenazeye gidecek olması. Sutherland’ın Joyce’u sahiden tanımadığını fark edince, Mrs Dalloway’den uzunca bir alıntı yapıp, “Karşıdan karşıya geçmek için yolun boşalmasını beklemeyi bu kadar ayrıntılı şekilde başka kim anlatabilirdi?” diye bir retorik soru sorduğunda, bu sorunun cevabının “Joyce!” olduğunu bilmediğini de fark ediyoruz. Yine de, bu yazı tekniklerinin en azından Woolf üzerinden Sutherland’a ulaşmış olması sevindirici.


Bir-iki benzer gaf daha var kitapta. Hafifçe şehir efsanesi tınılı bazı yorumlar kitaba girmiş: Thomas More’un “Utopia” kelimesini “iyi-yer” (eu-topia) olarak açıklıyor; bunun kimi zaman rastlanan bir açıklama olmasına rağmen, bu konuda bildiklerimiz, “yok-yer”, “ou-topia” açıklamasının da en azından anılmasını gerektiriyor. Huxley’nin “Yaman Yeni Dünya”sında insanların seri üretime tapmaya başlayıp takvimi Ford’dan başlatmasına, “Milattan Sonra” anlamındaki A.D. (“Anno Domini”) kısaltması yerine “Ford’dan sonra” anlamında A.F. kullanmalarına gelince, burada (bence kitapta kesinlikle olmayan) “Freud’dan sonra” anlamı olabileceğini söylüyor. On yedi heceli haiku formatını on dört heceli olarak anıyor. Kitabın Türkçe çevirisi ve yayına hazırlığı, temiz bir iş çıkarma niyetiyle yapılmış olsa da, benim okuduğum okuma kopyası da özellikle özel adların yazımı ve bir-iki dil problemi açısından tekrar bir okunmayı gerektiriyordu.

 

 

Bu pürüzlere ve eksiklere rağmen, yine de iyi yazılmış, konusunu her yönüyle ele almaya çalışması, açık anlatımı, ince mizahıyla, İngiliz edebiyatını dünü ve bugünüyle çok iyi bilenler dışında her düzeyde meraklısına çok faydalı olacak bir kitap bu.


 
Sutherland, önemli bir örnek koyuyor önümüze: çoğu genç için sıkıcı, zor bir konu olan edebiyatı geçmişi ve bugünüyle böylesine çekici bir hale getirmek mümkün. Bizlere de bir ders veriyor aslında: Türkçe için önemli olan edebiyatı Divan şiirinden, Dede Korkut’tan, Nasrettin Hoca’dan, Ortaoyunundan, Karagöz’den başlayıp adım adım bugüne kadar getiren, geçmişin ve bugünün edebiyatını kendi siyasi ya da toplum projemize destek bulmak ya da “ibret vesikası” kötü örnek olarak teşhir etmek için değil, yazarların kendilerinin ne anlatmaya çalıştığına, hayat denen karmaşık bütünün hangi yönleriyle nasıl yüzleştiklerine, dille ne yaptıklarına, bugün hayatı yaşayan bir okura neler verebileceklerine dikkat çeken bir dille anlatmamız, genç okurlara sunmamız mümkün.

 

 

*Tüm görseller kitaptan alınmıştır.

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.