Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İsveç edebiyatı hatıraları



Toplam oy: 790
Türk okurunun klasik İsveç romanındaki temalar ve anlatım biçimleriyle ilişki kurmakta zorlandığını düşünüyorum.

Türkçede çok bilinmeyen İsveç edebiyatı, 2000'li yıllarla birlikte görünürlük kazandı. Tek yanlı bir süreç değil bu; başta Orhan Pamuk'un romanları olmak üzere Türk edebiyatından önemli metinler İsveç diline çevrildi. Ancak sürecin ağır işlediği, dil engelinin daha yakın ilişkilerin önüne geçtiği söylenebilir. Aslında iki ülke arası yapılan çevirilerin uzun bir tarihi var. Halide Edip’in Ateşten Gömlek'inin İsveç’te yayımlanış tarihi 1928; Türkçeleştirilen ilk İsveçli yazarsa Selma Lagerlöf olmuş – Romalı Kanı (1933)*. Ancak tarihler yanıltmasın; karşılıklı çevirilerin her iki ülke yayıncılığında hiçbir zaman ağırlıklı bir yer tutmadığı görülüyor.

 

Her ne kadar Lagerlöf, August Strindberg, Pär Lagerkvist gibi isimler 1940’tan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın ünlü 'beyaz' dizisiyle Türkçeye kazandırılmış olsalar da, zihinlerde yerleşik bir 'İsveç edebiyatı' imgesi yarattıkları söylenemez. Bunun nedenlerinden ilki, roman kültürü Avrupa edebiyatından etkilenerek gelişen Türkiye’den bakıldığında, o yıllarda İsveç’in yeterince 'Batı'lı olmamasıdır. Diğer neden edebiyatla daha ilişkili; Türk okurunun klasik İsveç romanındaki temalar ve anlatım biçimleriyle ilişki kurmakta zorlandığını düşünüyorum. Mesela Lagerlöf, Türkçeye Romalı Kanı, Portugaliya İmparatoriçesi (1941), Kudüs (1953), Zacharias Topelius (1957), Mutluluğu Beklerken (1969) gibi isimlerle çevrilen romanlarında efsanevi çağlarda geçen iyi-kötü mücadelesini İskandinav destanlarına yaslanarak anlatırken lirik bir dil, roman dokusuna pek de uygun düşmeyen bir üslup kullanır. Üstelik hikayelerini ve içerdikleri söylenceleri günümüze bağlama kaygısı gütmez. “Mukavelelerini kanla yazan şeytanlar, alevli ayak izleri bırakan büyük bir heyula köpek, şeytani bir kadını saksağan haline getiren kızgın bir cadı” ve diğer mitolojik karakterler sanki bir piyes havasında yan yana gelir, eski zamanlardaki duygu ve düşünceleriyle davranırlar. Romanı büyük meselelere açılan bir kapı olarak gören Türk okuru için bu türden hikayeler çocukların dünyasına aittir. Lagerlöf de Türkiye’deki karşılığını işte bu dünyada –çizgi filminin de yardımıyla– Nils’in Fevkalade Maceraları'yla bulmuştur (bu roman farklı adlar altında pek çok kez yayımlandı).

 

Eserlerinin merkezine kadın-erkek ilişkilerini yerleştiren ve evlilik, cinsel özgürlük, iktidar kavramlarını sorgularken öznel, sembolist bir tarzı seçen August Strindberg ise, ülkemizde romanlarından ziyade tiyatro oyunlarıyla sevilmişti. 195l’de Nobel Ödülü’nü alan Lagerkvist ise, sadece İsveç edebiyatının değil, modern klasisizmin de en önemli isimlerinden. Çok sayıda roman, piyes ve şiir kitabı yazan Lagerkvist, hemen hemen bütün yapıtlarında kapitalist toplum yapısının çelişkilerinden kaynaklanan düş kırıklığını, şiddetin ve kötülüğün kaynağı olarak gördüğü faşizmin barbarlığını işlemişti. Bu yakıcı siyasi ve sosyal meselelerine rağmen, o yıllarda edebiyatımızda sol rüzgarlar estiği halde, Barabbas (1965), Cüce (1965) ve Tanrı Gelini Sibyl (1969) romanları Türkiye’de ses getirmedi. Bir kez daha kültürel farklılığı işaret etmek zorundayız: Lagerkvist’in yaşamın anlamını, insandaki kötülüğü, korku, güçsüzlük, yalnızlık gibi duyguları Kuzey mitolojisine ve Hıristiyanlık tarihine dayalı hikayelerle simgesel olarak işlediği romanları, klasik anlatım tarzına alışkın Türk okuru için, içine girilmesi zor metinlerdir.

 

 

 

(Görsel çalışma: David Kitano)

 

Türkçede modern İsveç edebiyatı


İsveç edebiyatının pek çok örneğinde de söz konusu geleneğin izlerini sürmek mümkün. Mesela 1974 Nobel Ödüllü Eyvind Johnson’un Mutlu Ulysse (1974), daha yakın tarihlilerden Torgny Lindgren’in Bet-Şeba (1997), Göran Tunström’ün Ben, İsa (2004) ve Jacques Werup’un Simonov'un Seyahatleri (2005), günümüz İsveç edebiyatının belki de en önemli ismi Per Olov Enquist'in Kraliyet Doktorunun Ziyareti (2007), genç kuşak yazarlardan Carl-Johan Vallgren'in  Bir Garip Aşk Öyküsü (2007) romanları yine tarihten ve mitolojiden besleniyorlardı. Ancak elbette modern zamanlarda geçen romanlar da yazılıyor İsveç’te. Birer romanlarını okuma fırsatı bulduğum Bodil Malmsten, Marianne Fredriksson ve Mikael Niemi isimleri arasından taşrada geçen şenlikli ama eleştiri dolu hikayesiyle Niemi’nin Vittula'sını çok sevdim. Ancak yine de –İsveçli eleştirmenlerin de belirttiği gibi– İsveç romanında şehirlerin modern hayatını yakalayan örnek sayısı az. Bu eksiklik şimdilik polisiyelerle gideriliyor.

 

Yapısal sorunlarının üstesinden gelebilmiş, sosyal devlet ilkesine bağlı, insan hayatının neredeyse kutsandığı, suç oranının hiç de yüksek olmadığı bir ülkede, İsveç’te, son on yılda görülen polisiye roman patlaması tuhaf ve tartışılması gereken bir olgu. İsveç edebiyatını dünya ölçeğinde çoksatar hale getirmiş durumda... Ve Türkiye’de de 2000’li yıllardan sonra en çok ilgi gören İsveç romanları, polisiye türe dahil olanlar.

Öncelikle ülkelerindeki polisiye edebiyata saygınlık kazandıran Maj Sjöwall-Per Wahlöö ikilisini anmak isterim. Yarattıkları Martin Beck dizisi, Wahlöö’nün ölümüne kadar on kitapla sürmüş, 70’li yıllarda yayımlandığında Türkiye’de de seveni çok olmuştu. Çağdaş İsveç polisiyesi bugün onların açtığı yolda ilerliyor. Artık kitapları pek çok ülkenin bestseller listesinde yer alan Henning Mankell’in Kurt Wallander tiplemesinde bile Martin Beck’ten esinlenmeler var. Sjöwall-Wahlöö ve Mankell'den sonra, sanırım en büyük ilgiyi de –ne yazık ki ölümünden sonra– Stieg Larsson'un üçlemesi görmüştü.

 

    (Görsel çalışma: Ethem Onur Bilgiç)

 

2003'te Bombacı, 2004’te Stüdyo 69 romanlarıyla tanıyıp, gazeteci Annika Bengtzon karakteriyle sevdiğimiz Liza Marklund dünya çapında beş milyon rakamına ulaşmış bir yazar. Casusluk türünde yazdığı Kızıl Tetik (2004) romanıyla suçlar dünyasına dalan Jan Guillou ve psikolojik gerilim türündeki Karambol'ünü (2004) okuduğumuz Håkan Nesser de, İsveç’in diğer önemli polisiye yazarları arasında sayılıyorlar. Sjöwall-Wahlöö ikilisinin günümüzdeki en sadık takipçisi Åke Edwarsson’u da merakla bekliyoruz.

 

Sonuç olarak; özellikle roman tekniğine hakimiyetleriyle kayıtsız kalınamayacak bir edebiyatları var İsveçlilerin. Bizden daha geç başlayan roman tarihlerine rağmen okuma-yazma oranının yüksekliği sayesinde çok daha güçlü bir kitap endüstrisi yaratan İsveç kültürüyle diyalog, Türk romanını besleyecektir diye düşünüyorum.

* Parantez içindeki tarihler, romanların Türkiye’de yayımlandığı yılları göstermektedir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.