Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Melankolik polisiye



Toplam oy: 921
Kate Atkinson // Çev. Tuba Geyikler
Yapı Kredi Yayınları
İnsan ve doğa tasvirleri, keskin toplumsal gözlemleri, ironisi, zaman zaman mizahıyla türün alışılageldik kalıplarının dışında bir roman.

İskoçya’nın Edinburg kentinde yaşayan Kate Atkinson, 1951 İngiltere’de -York’ta- doğdu. 1974’te İngiliz edebiyatında yüksek lisans eğitimini tamamladı. 1981’de yazmaya başladığı kısa öykülerle Woman’s Own öykü ödülünü aldı. İlk romanı Behind the Scenes at the Museum’un 1995’te Whitbread ödülüne layık görülüp radyo, tiyatro ve televizyona uyarlanmasıyla İngiltere’nin popüler/çoksatar yazarları arasına katıldı. Edebiyata katkıları nedeniyle 2011 yılında Britanya İmparatorluğu Nişanı alan, romanları, öyküleri ve oyunlarıyla çeşitli ödüllere değer görülen Atkinson, Jackson Brodie adlı özel detektifin maceralarını anlattığı dört de polisiye roman yazdı: Suç Dosyaları (2004), Çarkıfelek (2006), Güzel Haber Ne Zaman Gelir? (2008) ve -geçtiğimiz günlerde Türkçede yeni yayımlanan- Köpeğimi Alıp Erkenden (2010).

 

Kate Atkinson’ın melankolik detektifi Jackson Brodie, Köpeğimi Alıp Erkenden’de rastlantılar sonucu birbiriyle kesişen kayıp vakalarını araştırıyor. Onun araştırmasını varoluşsal bir sorgulamaya dönüştüren Kate Atkinson ise polisiye kurgu yoluyla bireysel ve toplumsal meselelere açılmış.

 

Brodie'nin arayışı

 

Polisiye romanlarının dördünün de Türkçeye çevrilmesi sayesinde Jackson Brodie’yi yakından tanıyoruz. Ve “Jackson Brodie polisiyeleri”nin çekiciliği, polisiye kurgu kadar detektifin kişiliğinden kaynaklanıyor. Öyleyse biz de Kate Atkinson’ın Köpeğimi Alıp Erkenden’de izlediği yoldan gidelim ve daha önce okumayanlar için detektif hakkında biraz malumat verelim...

 

Bu romanda ellisine adım atan Jackson Brodie, yaşlandığını biliyor ama kabullenmeye hiç razı değil. Çünkü kendisi ölüm denen ufka yaklaştıkça, kafasındaki yaşlı tanımı değişime uğramış; “yirmi yaşındayken, yaşlı dedikleri kırk yaşındakilerdi. Şimdi kendisi yarım yüzyılı devirdiği için, bu tanım iyice esnekleşmişti.” Ama yine de elliyi bulan birisinin, “son durağa doğru ara vermeden giden bir otobüste, tek yönlü biletle seyahat ettiğinin” farkında. Bu melankolik ruh hali yeni bir şey değil, çocukluğundan başlayarak şanssızlıklar yakasını hiç bırakmamış Brodie’nin: Önce annesi kanserden ölmüş, ardından ablası öldürülmüş, ağabeyi de intihar etmiş. Öfkeli, yüreği kömür karası olan babası tarafından büyütülmüş, erkenden de orduya katılmış...

 

Önceki maceralarından anladığımız kadarıyla işinde becerikli bir detektif. Üstlendiği vakaları çözüyor çözmesine ama özel hayatını bir türlü yoluna sokamıyor. Eski karıları, sevgililer ve iki çocuğu ile ilişkileri daima bir gerilim yaratıyor. Asıl sevdiği kadını ise tümden kaybetmiş: "Jackson’ın gönül dolabındaki –oldukça kısıtlı– müsait yer bu günlerde başının İskoç belası, Başkomiser Louise Monroe için yanan muma ayrılmıştı. Eski, titrek bir alev, parlak değil; birbirlerini görememelerinden ötürü, yeterli oksijenden yoksun bir alev. Hiç sevişmemişlerdi, iki senedir de görmüyordu, başka biriyle evliydi ve ondan bir çocuğu vardı. Çoğu insana göre bu bir ilişki sayılmazdı. Biri bu mumu söndürmeliydi."

 

Asker, polis, ajan olarak resmi kimliği tamamen geçmişte kalan Brodie bir süreliğine “emekli” olarak yaşamış ama dünyanın işine yaramadığı hissine kapılarak “yarı emekli”ye çevirmiş kendisini. Bu aralar daha çok kendi dünyasına çekilmiş gibi; orada burada yaptığı bir iki iş hariç, işi kayıpları aramaktan öteye gitmiyor. Artık özel detektif değil, artık müşterileri yok, artık iç bayıltan boşanma davalarıyla uğraşmıyor, ne borç takip ediyor ne de kayıp ev hayvanı... Ne var ki, “biyolojik ailem hakkında bir şeyler bulabilir misiniz acaba?” ricasıyla kapısını çalan Hope McMaster adlı bir kadın ona bir iş vermeyi başarmış. Şimdi Leeds bölgesinde yanında köpeği ile bir seyyah gibi dolaşmasının nedeni, genç kadının sanki silinmiş geçmişini açığa çıkarmak. Ancak masum bir rica gibi başlayan araştırma, her dönemeçte çıkmaz sokakla karşılaştığı bir labirente götürüyor Jackson’ı. Ve oyuna suçlusuyla suçsuzuyla, iyisiyle kötüsüyle yeni karakterler katılıyor: Ani bir kararla hayatını tümden değiştiren emekli polis memuru Tracy Waterhouse, hafızasını yitirmekte olan yaşlı aktris Tilly, kızının bitkisel hayata girmesine neden olan damadının hapisten çıkmasını bekleyen polis detektifi Berny, polis teşkilatının yozlaşmış müdürü, kiralık kabadayılar, esrarengiz bir özel detektif... Hepsinin yolu çok eskilerde işlenmiş bir cinayet etrafında kesişiyor...

 

Brodie polisiyelerinin en önemli özelliği, -şimdilik- dört kitaptan oluşmasına karşılık dizi anlayışından uzak durması. Elbette tekrar eden birtakım kalıplar, her romanda rol alan karakterler var, ancak her roman kendi başına doyurucu bir bütünlük gözetilerek kaleme alınmış. Pek çok karakterin kendi hikayeleriyle muammaya dahil olduğu, yazarın her bir karakterin hakkını gözettiği, insani dramların öne çıktığı Köpeğimi Alıp Erkenden’in polisiye kurgusu da çok sağlam.

 

Atkinson ve detektifi Jackson Brodie suç olgusuna sistemin verili adalet ve ahlak anlayışıyla yaklaşmıyorlar. İyi ve kötü, suçlu ve masum kategorileri esnek; suçlular ile sıradan insanları karşı karşıya değil yan yana getiriyor Atkinson. Şefkatli bir yaklaşımla, suç olgusunu böyle bir toplumsal yaşantının kaçınılmaz bir parçası biçiminde kurgulamış. Katilin kimliği ya da cinayetlerin nasıl işlendiği değil, suçu yaratan nedenler ve suçun ortaya çıkardığı insani durumlar üzerinde duruyor ve bunu çok iyi başarıyor. İnsan ve doğa tasvirleri, keskin toplumsal gözlemleri, ironisi, zaman zaman mizahıyla türün alışılageldik kalıplarının dışında bir roman.

 


 

* Görsel: Can Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.