Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Onulmaz bir açlık



Toplam oy: 618
Haruki Murakami // Çev. Ali Volkan Erdemir
Doğan Kitap
Murakami'yi halihazırda takip edenler değil, yazarın geniş külliyatına başlamaktan çekinenler için de ilgi çekici bir okuma vaat ediyor Fırın Saldırısı.

Murakami'nin Türkçedeki son öyküsü Fırın Saldırısı, Murakami sevenleri sevindireceğe benziyor. Müellifin aynı tema üzerinde farklı zamanlarda yazdığı iki öyküden ve öyküye eşlik eden harika illüstrasyonlardan müteşekkil olan bu kitap, yalnız Murakami'yi halihazırda takip edenler değil, yazarın geniş külliyatına başlamaktan çekinenler için de ilgi çekici bir okuma vaat ediyor. Diğer yandan kitap, öykülerin hacimce kısalığına karşın yüksek temposu, metaforları, göndermeleri ve dildeki maharetiyle öykü atölyelerinde de ders olarak okutulmaya, üzerinde çalışılmaya layık bir eser. Şu açılış paragrafı mesela: "Karnımız açtı. Hayır, açlık demek yetmezdi buna. Sanki uzay boşluğunu yutmuştuk. Nereden çıkmıştı bu açlık hissi? Elbette yiyeceğimizin olmamasından. Neden yiyeceğimiz yoktu? Çünkü yiyecek karşılığında verecek değerli bir şeyimiz yoktu. Neden değerli bir şeyimiz yoktu? Sanırım hayal gücümüzün eksikliğinden kaynaklanıyordu değerli bir şeyimizin olmaması. Hayır, değil, belki de karnımızın aç olmasının nedeni, doğrudan hayal gücü eksikliğimizdi."

 

"Fırın Saldırısı I" adlı öykü, ilk gençlik çağındaki anlatıcı ve arkadaşının onulmaz bir açlık ve çaresizlikle bir fırın soymaya karar vermeleriyle açılıyor. Planlar yaparak fırına giden iki genç, tecrübesizlik ve ürkeklikle, fırındaki yaşlı hanımın siparişlerini tamamlayarak çıkmasını beklemeleriyle kara mizaha açılıyor. Ardından fırını soyma girişimleri, yaşlı fırıncının teklifiyle hayli absürt bir hal alıyor. Klasik müziğe fena müptela fırıncı, gençlere hırsızlık yapmaları halinde lanet edeceğini, ama oturup Wagner'in uvertürlerini dinlerlerse istedikleri kadar ekmek alarak çıkıp gidebileceklerini söyler. Dinledikleri operalar ise manidar, Tannhauser ve Uçan Hollandalı. İkisinin de olay akışı birer lanet ve kehanet üzerinden belirleniyor.

Murakami ikinci öyküde de “lanet” temasını sürdürüyor. Bu kez, fırın soygununa karışan kahramanımız evlenmiş, gecenin bir yarısı karısıyla birlikte büyük bir açlıkla uyanmışlardır. Evde yiyecek bir şey olmayışı üzerine kahraman, gençliğinde başından geçen hikayeyi anlatır. Bunun üzerine dikkat çekici biçimde hikaye “saçma”ya açılan bir noktaya taşınır. Genç kadın ipleri ele alarak bu lanetin üzerlerinden kalkması için yarım bıraktıkları işi bitirmeleri gerektiğini söyleyerek kar maskeleri ve tüfekle döner. Absürt ton sokaklarda açık fırın arama süreci ve nihayetinde bir McDonalds'ı soymalarıyla zirveye varır.

 

Türk edebiyatında “lanet” ve “kehanet” kendine has bir literatür geliştirmediğinden bize uzak gelse de, Ortaçağ Batı edebiyat geleneği kadar Uzak Doğu'nun kültüründe de kolektif hafızada kendine yer bulur. Murakami'nin seçtiği bu tema, motivasyonunu tam da buradan alarak kara mizaha ve yer yer absürte açılır. Diğer yandan, öykü akışı içine yerleştirdiği sembollerle, absürd görünen bu hikayeyi insan psikolojisindeki karşılıklarına bağlayarak belki büyülü gerçekçi diyebileceğimiz bir havzaya dahil eder. Bu nedenle, hacimce kısa olsa da Fırın Saldırısı dil lezzeti, temposu ve sembolleriyle ilham verici bir okuma sunuyor.

 

 


 

 

Murakami'nin Tuhaf Kütüphane kitabıyla ilgili yazı için tıklayınız!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.