Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Öyle bir kitap düşünelim ki...



Toplam oy: 1411

Öyle bir kitap düşünelim ki, mevcut politik yelpazenin hiçbir kanadının hoşuna gitmesin. Ulusalcılar gericilikle, müslümanlar kafirlikle, Kürt milliyetçileri, Türk milliyetçiliği ile eleştirsin. Kafatasçılar ise zaten okumazlar.

 

Öyle bir kitap düşünelim ki, anlaşılması zor olmadığı, Türkçeyi yetkinlikle kullandığı, derdini gayet açıklıkla ifade edebildiği halde bu ülkedeki üniversite mezunlarının çoğunluğu tarafından anlaşılması zor bulunsun. Kısacası öyle bir kitap olsun ki, varlığı ile adeta günümüz Türkiye'sinin bir aynası olsun: Kürt meselesinden AKP'ye, Said-i Nursi'den Fethullah Gülen'e, müslüman zihniyetin çözümlenmesinden bilinç felsefesine, oradan insan-birey olmak sorularına kadar gündemimizdeki tüm sorunları büyük bir cesaretle tartışsın; dogmaların ve kutsalların üzerine çekinmeden sadece özgür bireyin bağımsız düşüncesi ile yürüyebilsin. Bu kitabı gündem maddesi yapıp tartışabilsek bir aydınlanma umudumuz bile doğabilir. Ama muhtemelen ikinci baskısı bile yapılamayacak.

 

Bu rahatsız edici kitabımızın adı: Din ya da Politika (Neden Felsefe). Yasin Ceylan çoğunluğu Radikal 2'de çıkmış yazılarından derlemiş. Yasin Hoca'nın hayat hikâyesi de manidar: Türkçe bilmediği için ilkokulu ancak yedi yılda bitirebiliyor. Babası "bu gerizekâlıdan bir şey olmaz!" diyerek okuldan alıyor, bir terzinin yanına çırak veriyor. Ama hocanın deyişiyle basiretli bir din adamı, "bu oğlan mektep okumalı" diyerek babasını ikna ediyor, İmam-Hatip okuluna gitmesine ön ayak oluyor. Bu müdahale, Edinburgh Üniversitesi'nden doktoralı bir ODTÜ Felsefe profesörlüğü sürecinin başlangıç noktası oluyor.

 

Hep söylenir, Türkiye'de felsefe geleneği yok diye. Bu eksikliğin sonuçları, ortalama birey üzerindeki etkileri vahimdir. Felsefe geleneğinin olmadığı bir ortamda "düşünmek"ten söz edilemez. Daha da ötesi düşünmek sıradan bir birey için işkence haline gelir. Zira düşünmek eğitimsiz, kendiliğinden gerçekleşebilecek bir beyin fonksiyonu değildir. Yorucudur; bilgi ister, odaklanma, ölçme, değerlendirme, farklı açılardan bakabilme gibi becerilerin gelişmiş olmasını ön gerektirir. Düşünme becerisini edinemeyen bireylerin düşünen metinleri ya da söylemleri de izleyebilmesi, anlayabilmesi mümkün olamaz. Dolayısıyla "Aşk Kuantumu", "Allah’ı Bildiğimi Sanırdım", "Çılgın Türkler" gibi büyüklere masallar yüzbinler satarken, evrensel ölçülerde ortaokul düzeyinde düşünme yetisi gerektiren, zaman zaman ironi içeren metinler, üniversite mezunlarının çoğunluğunca bile algılanamaz. Üstüne üstlük, o eğitim sırasında ya da yukardakilere benzer hikâye kitaplarından yarım yamalak öğrendikleri kavramlarla hakarete varan eleştiriler bile üretirler. Yasin Hocamız da bu okumuş cahillerin çemkirmelerine maruz kalabiliyor.

 

Bu kitap bir düşünce ziyafeti sunuyor. Eğer herhangi bir korkunuz, takıntınız varsa, demir attığınız limandan ayrılmaya hiç niyetiniz yoksa, dininiz, milliyetiniz, kısacası insanın üretip kutsallaştırdığı, sonra köle olduğu herhangi bir hurafeniz varsa uzak durun bu kitaptan. Yazının bundan sonrasında sözü kitaba bırakmak istiyorum, zira onu ondan daha iyi anlatabilecek durumda değilim:

 

Türklerin olumlu bir niteliği olarak belirtilen "itaatkâr" olmaları üzerine:

 

"Şimdi, Allah’ın sevdiği kavimlerden Türklerin, itaatkâr oldukları ve intikamcı olmadıkları için devlet olabildikleri tezini ele alalım... Ancak muti olmak ve itaat etmek, her durumda övülecek bir nitelik değil. Türklerin itaat mercii kuvvettir. Kim kuvvetliyse ona itaat etmiştir. Türklerin bu mizacı, tarihsel olarak, günümüze kadar, bir millet olarak ayakta kalmalarına katkıda bulundu. Fakat günümüzde, bireysel özgürlüklerin ve kul yerine vatandaş kavramının egemen olduğu çağımızda, kuvvete itaat, bir milletin ve devletin sonunu bile getirebilir. Çünkü kuvvet çoğu zaman haklılık demek değildir. Kuvvet, yalnız başına bir erdem de değildir. Hukuk ve merhametle birleşmediği zaman, zulüm ve baskıya dönüşür. Zulme dönüşmüş bir kuvvete itaat, gönülden olmaz. Korku sebebiyle olur. Korkan bilinç, özgürlük talep etmez de kaderine razı olursa, korku merkezine ta’abbud etmeye başlar. Yani, korku saçan şahıs ve kurumlara tapmaya başlar. Türk kültüründeki devlet kavramının kutsiyeti ve lider kültü bundandır. Devletin icra ettiği her türlü zulüm ve haksızlığa rıza göstermek de bu anlayıştan kaynaklanıyor. Çünkü kutsal olan şeye, karşı gelinmez. Ne yaparsa doğru yapar. Her yaptığı, bir hikmete mebnidir. Lider de layuhtidir, ona mutlak itaat esastır. Türk siyasetinde, devleti, doğru yanlış tüm edimleriyle esas alan bir partinin (MHP) varlığı bir rastlantı değildir. Hangi demokratik ülkede böyle bir parti mevcuttur? Irkı esas alan bir partiye rastlanabilir, ama ırk ile birlikte devleti kutsal sayan bir parti var mıdır?" (s.214)

 

İslam ve İslami partiler konusunda: "Cumhuriyet hükümetlerinin halkına karşı işlediği her suç ve günah, İslamcıların hanesine birer fazilet ve sevap olarak geçti. Oturdukları yerde güç ve itibar kazandılar. Şimdiye kadar iktidar olarak, yaptıkları iyilikler ise inanmadıkları alanda, kerhen yaptıkları şeylerdir. İnandıkları alandaki icraatlarını yeni yeni görüyoruz, göreceğiz. Kendileri dışındaki yaşam biçimlerine, şimdiye kadar kısmen dokunmayışları, saygıdan değil, henüz cesaret edemediklerinden. Bu cesaret taayyün edince, tavırları değişecektir. İslamlaştırma dalgası, önü güçlü bir setle alınmadığı takdirde, her şeyi altüst edecek, dalganın hızını iktidardakiler bile kesemeyecektir. İslami ateş, onların birçok icraatını İslam´a uygun bulmayacak, sonunda onları da yakacaktır" (s.171)

 

Din eleştirisi sığ bir nazariyeyle yapıldı

 

İrtica hakkında : "Türk modernleşmesinin diğer adı olan Atatürk İnkılâpları veya Kemalizm, ikna eden bir teoriden mahrum bırakıldı. Kanun ve kolluk gücüyle empoze edildi, halk ve aydınlar nezdinde zihinsel bir hazırlığa gidilmedi.... Din eleştirisi sığ bir nazariyeyle yapıldı, Batı’da 19. asırda, din eleştirisi adına yazılmış olan devasa literatürden faydalanılamadı. Geleneksel inançlarla savaşmak yerine bunlara inananlarla savaşıldı, birçok inançlı insana zulüm edildi. Batı’daki modernitenin ve Aydınlanma’nın mimarları ve filozofları müslüman halka tanıtılmadı, fikirleri benimsetilmedi. Bu sebeple, laik bir entelektüel, geleneksel kültür ve Ortaçağ felsefesine vakıf bir din bilgini karşısında cılız ve yetersiz kaldı... Kültürümüzde mevcut olan dindarlık ile erdemlilik arasındaki güçlü bağı kıramadı.

 

Aydınlanmanın orijinalinde tek akıl, önder sultası ve karizmatik kurtarıcı unsurları yokken, bizde aydınlanma Atatürk, Büyük Önder ve Atatürkçülük gibi kavramlarla lanse edildi. Bu klişeler, irtica ile mücadelede yegâne silah olarak kullanıldı ve giderek kendisi de bir din halini aldı. Bu sebeple, bugün irtica ile mücadele eden aydınlamacı bir kültür yerine başka bir irtica vardır. Başka bir deyişle geleneksel irtica ile mücadele eden, modern bir irtica vardır. Eşitlik, özgürlük, ilerleme ve Batılılaşma olarak tarif edilen Kemalizm, günümüz Atatürkçüleri nezdinde, bu kavramları yadsıyan bir düşünce düzeneğine dönüştü. Kültürümüzde ortaya çıkacak bir aydınlanma hareketi, karşısında bir değil birbiriyle yarışan, iki tür irtica bulacaktır." (s.166-167)

 

Müslüman reformistler hakkında: "Onların hepsi her iyi ve yararlı olanın, bu ister bilimsel bir başarı, ister teknolojik bir yenilik veya sosyal bir değer olsun, Kuran'da mutlaka belirtildiğini ve bildirildiğini göstermeye çalışmaktadırlar. Ancak garip olan şudur ki, onların yukarıda anılan gelişmeleri hiçbir zaman önceden tahmin edememiş, bilememiş olmalarıdır. Her ne hikmetse onların tanrısal bilgilere ilişkin açıklamaları, her zaman olay gerçekleştikten sonra gelmektedir." (s.187)

 

Köhnemiş posizyonunuzu savunmak yerine, Hoca'yı aşacak eleştiriler üretebilecekseniz hodri meydan!

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.