Usta öykücü deyip geçmek işin kolayı. Bu yazının konusu olacak Mürekkep’i de dahil edersek tam sekiz öykü kitabından bahsediyoruz. Yazarın denemelerinden oluşan kitabını, edebiyat teorisi ve kavramlar üzerine yazdıklarını saymıyorum daha. İlk öyküsünü 1982 yılında yayımlayan Cemal Şakar, öykücülüğünün otuzuncu yılında. Yeni öyküler, öyküde yeni imkanlar, yeni biçimler, Türk öykücülüğü ve öykünün ne’liği üzerine düşünmekle geçen otuz yıl... Anlayacağınız yanlış bir giriş yaptım, zira bu cümlelerle başlayan bir yazıdan derin, kapsayıcı tespitlerle “Cemal Şakar Öykücülüğü”nden bahsetmesi beklenir, ama bu en azından benim için, öyle bir yazıyla altından kalkılacak bir mesele değil. Kolay ödenmeyecek borç dediklerinden...
“Cemal Şakar Öykücülüğü”nü eleştirmenlere bırakıp sözü yazarın Okur Kitaplığı Yayınları’ndan çıkmış, on yedi öyküden ‘mürekkep’, sekizinci kitabına getirmeye çalışıyorum. “Kılıç”, “Geçişler”, “Battaniye”, “Sesler”, “Mama”, “Nil”, “Bıçak”, “Güneş”, “Bir Öykü Tahlili”, “Önce Vatan”, “Hançer”, “Koku”, “Babamın Kokusu”, “Uzak”, “Modern Hayatın Hikayecisi”, “Küçük Şeyler Düeti”, “Bir Tip”. Mürekkep’in ‘içindekiler’ine bakmak bile öykülerin sertliği hakkında ipucu veriyor olmalı okura. Tek kelimelik yoğun, aşırı imgeler yüklenmiş başlıklar bunlar. Söyleyişi kolay olmayan, bir es vermeden okumaya geçemeyeceğiniz sert isimler.
(Görsel çalışma: Ece Gökalp)
Cemal Şakar’ın öykülerinde eşyanın kullanılış biçimi önemlidir. Öykü karakterlerinin ruh halinin, eşya ve tabiat üzerinden verilmesinin sık başvurulan bir usul olduğunu söyleyebiliriz. “Kılıç” öyküsünde; incirin yemişlerini içine doğru çekmesi, zeytinlerin dalında çürümüş olması, dağın titriyor olması gibi. İlk bakışta basit gibi görünen bu tasvirler, ancak ince işçilikle elde edilebilecek bir çok boyutluluğun perdelerini aralıyor. Zeytinler öykü zamanı ve mekanında gerçekten çürümüş olabilir; ama bu, şehir sakinlerinin zeytin toplayamadıkları manasına gelebildiği gibi anlatıcının içindeki çürümüşlüğün de bir ifadesi sayılabilir. İnce işçilik derken kastettiğimiz budur, başka bir deyişle ustalık alameti; böylece tasvirler zihnimizde hem somut hem soyut olarak bir karşılık buluyor ve aynı zamanda kurguda elle tutulur bir yer sahibi oluyor.
Şakar öyküsünün başka bir yönü de, öykü türünün sınırlarını zorlayan şiirselliktir. Bu tarz bir şiirselliğe Dostoyevski’de rastlamayız mesela; Sabahattin Ali’de, Çehov’da, Oğuz Atay’da da. “Güneş bir kılıç gibi yarıyor gecenin karanlığını.”, “Ellerinin beyazlığı, çocuğun teninde bir çiçek gibi açıyor.” gibi aynı zamanda hem şiirsel hem de tasvir gücü yüksek imge-cümleler Nabokov ve Platonov’u getiriyor aklıma.
Cemal Şakar; neredeyse kelime cimriliği sayılacak hassasiyeti sayesinde müthiş ekonomik bir öykü evreni kuruyor. Onun öykülerinde ne fazla bir karaktere, ne fazladan kurulmuş bir cümleye ne de fazladan bir edaya rastlayabilirsiniz. Özellikle Mürekkep’teki öyküler düşünüldüğünde böyle bir seçim hayati derecede önemli ve doğru olmuştur. Çünkü usta öykücü, çok tehlikeli bir kararla öyküyü "fildişi kulesinden" indirerek şimdiki zamana ve dışsal bir mecraya çekmiştir. Sık karşılaşmadığımız bir edebi tavır. Cumhuriyet sonrası şanlı edebiyat tarihimizde toplumculuk, köycülük diye samimiyetten uzak, genellikle karikatür bir damar var. Şakar’ın öykülerini zorlarsak durum öyküsü olarak tasnif edebiliriz. Ama olaylarla içlidışlı, olaylardan yola çıkan durum öyküleri. Sanırım bu, Türk öykücülüğünden bahis açıldığında eninde sonunda konuşulacak ve görmezden gelinemeyecek bir kıvam.
Büyük hesaplaşma
Öykü artık o gün, o hafta, o ay gerçekleşen bir trajedi karşısında kayıtsız değildir. Yalnız, yabancılaşmış yarı aydının iç bunalımları değildir öykünün konusu, Şakar’ın kendi deyimiyle ‘küçük insan miti’ de! Bu coğrafyanın ve bu zamanın yaşayan, gören, hisseden bir ferdi olarak, öykücünün ilgisini çeken, daha doğrusu onu mecbur bırakan şey; ‘şimdi’dir. Şimdi yaşanan acılar, bugün işlenen zulüm: Suriye, Filistin, şehit cenazeleri, Türkiye’de açılan ilk toplu mezar, hapishanede yanarak ölen mahkumlar öykücünün zorunlu olarak gündemindedirler. Az önce kelime ekonomisinden, eksiltili anlatımdan bahsederken, ‘iyi ki’ dememin sebebi budur. Sıraladığım konuları, bir öykü içinde samimiyeti kaybetmeden ya da hamasete teslim olmadan ele alabilmek kolay değildir.
Mürekkep’teki anlatıcıların, zulümler karşısında sabrı tükenmiş, nutku tutulmuştur. Kurtarıcısını arayan bir sestir duyduğumuz. Edebiyatımızda bu sesi duymaya pek alışkın değiliz; mutlaka hatırlayamadıklarım vardır ama benim aklıma “Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!” diye feryat eden Akif’in sesi geliyor. Akif, bu milletin hayırla andığı bir şair olduysa bu biraz da onun, içinde yaşadığı toplumun acılarını kendi benliğinde olanca yoğunluğuyla hissetmesi dolayısıyladır. Cemal Şakar öykülerindeki çarpılma, Akif’inkine akraba hassasiyetler taşır. Türkiye’nin, Ortadoğu’nun, dünyada yürürlükte olan ezici düzenin farkında olan anlatıcı/öykücü büyük risk alarak zor bir alana, anlatılamaz olana meyletmiştir. Bu da Şakar’ın öyküsünde gözle görülür bir imgeselleşme ve parçalı, anlatıma sebep olmuştur.
Yazarın ilk üç kitabı, Gidenler Gidenler, Yol Düşleri ve Esenlik Zamanları önemli kitaplar olmasının yanında yakışıksızca genellersek, yol, yolculuk ve özlem temaları etrafında döner. Pencere, bu açıdan bir kırılmadır. Hayal Perdesi’nde de bu kırılma sürer. Riskli bir tespit yapacak olursak, Şakar öykücülüğündeki en keskin dönemecin, Sular Tutuştuğunda ve Mürekkep kitaplarıyla olduğunu söyleyebiliriz. Bu kitaplarıyla öykücü; yaşadığımız zaman ve mekan üzerinde hayranlık uyandırıcı bir duyarlılık geliştirerek ayak bastığımız zemindeki derin çatlakları tespit edip öykücülüğünün odak noktasına yerleştirebilmiştir.
Cemal Şakar, "şimdi"de yazıp yaşamayı, bugün yaşanan acıların sert fotoğraflarını çekmeyi gözüpekçe kabullenmiş, bir yandan da edebiyat kamusunun bildik öykü anlayışıyla ağır bir hesaplaşmaya girişmiştir. Bu çetrefil hesaplaşma sonunda; öyküde anlatıcının, öykücülüğümüzde edebi önyargıların paramparça olması pahasına hem de.
Yeni yorum gönder