Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Suçlu kim?



Toplam oy: 1327
Hans Fallada
Everest Yayınları
Erwin’in evden işe, işten meyhaneye, oradan şehrin en fakir semtine, oradan hapishaneye ve en sonunda akıl hastanesine zıplayan macerası boyunca bu güvenilmez anlatıcının kafasının içinden çıkamayacaksın okur, hazırla kendini.

Erasmus ödüllü, küresel düşünür Ian Buruma, çok dinli bir Batı toplumunun olasılığını savunan, Orta Doğu ve Asya’dan Batı modernitesinin nasıl algılandığına ve neden sevilmediğini açıklamaya kafa yoran, tarihte din üzerinden peydahlanan vahşetin muhasebesini yapan kitaplar ve makaleler yazıyor. The Wages of Guilt kitabındaki saptaması ilginç. İkinci Dünya Savaşı sonrası seküler Alman kimliği, tarihiyle yüzleşirken, yapay bir dini yaklaşımı özümser, geçmişle bugün arasına vicdan azapları, tövbeler, kefaretler, mea culpalar koyarak kendini arındırmaya ve yeniden doğmaya çalışır.  Tarihin günahları geçmişin kötücül, hastalıklı, yolunu şaşırmış, iyiden uzaklaşmış, yanlış bir güce bağımlı insanlarına aittir. Kamusal itiraflar, resmi özürler, alenen ödenen bedellerle Alman usülü tıkır tıkır çalışan bir mekanizmayla terbiye edilir Almanlık. Ancak savaş suçuyla, savaş sonrası suçluluk duygusu farklı şeylerdir. Suçluluk duygusu nesilden nesile miras kalıverir. Hatta suçluluk duygusu bazıları için neredeyse üstten bakan bir tür narsistliğe dönüşür. Diyor Ian Buruma.

 

 

Hans Fallada’nın Ayyaş adlı romanının başkahramanı Erwin işte böyle bir döneme ait bir narsist. Kafasının içi hissettiği aşağılık duygusu, suçluluk duygusu ve bu hislere karşı geliştirdiği üstünlük kompleksleriyle dolu. Roman boyunca kafasının içinde vakit geçireceğiz.  Erwin’in evden işe, işten meyhaneye, oradan şehrin en fakir semtine, oradan hapishaneye ve en sonunda akıl hastanesine zıplayan macerası boyunca bu güvenilmez anlatıcının kafasının içinden çıkamayacaksın okur, hazırla kendini. Anlatıcının tek bir kelimesine bile inanma. Ama yatır Freud’un koltuğuna ve keşfet onu, anlamaya çalış bu sevimsiz adamı. Romanın sonunda Fallada’nın Erwin için yazdığı sonu hak edip etmediğine karar vermek zorunda bulabilirsin kendini.

 

 

 

Birbirlerine söyleyecek bir sözü kalmamış iki kişi bazen sırf sessiz gerginliği dağıtmak için birbirlerini iğneliyorlar.


 

 

Erwin, evlenmiş, bahçeli hizmetçili bir ev sahibi, bir iş kurmuş, üstü başı düzgün, doğduğu şehirde herkesin tanıyıp “Bay Sommer” diye, “siz” diye hitap ettiği, banka müdürünün puro ikram ettiği biri. Görünüşte dönemin makbul Almanı. Zamanla karısıyla arasındaki aşkın üzerini örümcek ağları bürüyor, işleri bozuluyor. Erwin bu düşüşle başa çıkmak için içki içmeye başlıyor. Gözden ırak bir meyhanede onu hayatında ilk defa tattığı leziz schnaps ile tanıştıran garson kız Elinor’a kendini teslim ediyor bütün benliğiyle. Tam bir bağımlılık bu. Hem güç veriyor hem muhtaç bırakıyor. Hem kontroldeymiş hissi veriyor hem dizginleri elinden alıyor. La raine d’alcool diyor ona Erwin. İçkinin kraliçesi. “Aniden şeytanca sırıtıyor, pençelerini insanın göğsüne geçirip etlerini koparıyor, korkuyla tir tir titremesine neden olup onurunu ayaklar altına alıyor.” Hans Fallada’nın alkol bağımlılığını, zalim bir kraliçenin hükümdarlığı altına girmek olarak betimleyerek, Hitler’in 3. Reich dönemine gönderme yapması çok akıllıca ve yaratıcı ama pek de gizli kapaklı olmadığı için oldukça cesur. 

 

 

 

Hans Fallada’nın bağımlısı olacak, romanın 64 bölümünü 64 bardak schnapsmış gibi arka arkaya devireceksin.

 

 

 

Alkol bağımlılığı Erwin’i evin gümüşlerini çalmaya bu esnada karısını ölümle tehdit ederek hırpalamasına kadar düşürecek. Erwin bütün bunlar olurken kendine yalan söylüyor, sürekli inkar halinde. Olayları paranoyakça yalnış anlıyor, etrafındaki dünyayı fark etmiyor, uyuşuyor, cesaretleniyor, vazgeçiyor. İçinde bulunduğu ana, 40 yaşına nasıl geldiğine bile şaşırıyor. Tavırları kendine bile yabancılaşıyor. Aynadaki aksini tanımıyor. Kim bunların suçlusu? Erwin’in cevabı hazır: Tabii ki karısı!

 

 

 

Fallada, başkahramanı Erwin’e karşı oldukça acımasız. Okuru Erwin’in zavallılığı ile dalga geçmeye davet ediyor. İroni uzmanlığıyla neredeyse haklı bir gösteriş yapıyor yazarımız. Önce onu Polakovski denen bir adamın eline düşürüyor. Polakovski onu bir güzel dolandırıyor. Sonra karısını öldürmeye teşebbüsten hapiste buluyor kendini Erwin. Makbul Alman’ın terbiyesi burada başlasın!

 

 

 

 

Almanya’nın ölümü

 

 


Erwin cezasını çekmek üzere bir akıl hastanesine gönderiliyor. Alkolün etkisinden kurtuldukça, ilgisi kendi kafasının içinden çıkıp hastanedeki diğer karakterlere yoğunlaşıyor. Biz de Fallada’nın hayal gücünden fırlamış bu birbirinden ilginç tiplerin resmi geçidini izliyoruz. Erwin’in kafasında hala aynı soru var: “Suçum ne?” Akıl hastanesi, katı kuralları olan, aynı düzenin her gün tekrarıyla kişileri terbiye etmeyi amaçlayan, insanların bu sistemi döndüren çarklardan başka işe yaramadığı büyük makineyi temsil ediyor. Savaş döneminin makbul Almanı Erwin, akıl hastanesine girmeden önce arkasında bıraktığı Almanya’nın çoktan öldüğünü, kendisinin ise bu yerine kurulan makinenin çarkı olarak yaşayamayacağını anladığında tüyler ürpertici bir şekilde hayatını sonlandırmaya karar verecek. Eğer bir suçu varsa, ki bunu asla kabul etmemektedir, gereken cezayı ona ancak kendisi verebilir.

 

 

 

Bir evliliğin ölümü

 

 

Ayyaş, yazıldığı tarihi bağlamdan çıkarıldığında, içindeki metaforlar deşifre edilmediğinde, son derece etkileyici içgörülerle yazılmış, bir evliliğin bitişini anlatan bir roman aynı zamanda. Fallada’nın daha ilk bölümde anlattığı detaylar ölmekte olan bir ilişkinin canlı detayları: Doğum gününde alınmayan pasta, duvardaki temizlenmeyen örümcek ağları, çamurlu ayakkabılarla kirletilen ev. Bir tartışmanın suyun kaynamadan önceki küçük kıpırtıları gibi yavaş yavaş olgunlaşması çok iyi kurgulanmış. İlk zamanlar kişisel konularla birbirlerini kırmamaya çalışan çiftin tartışmaları zamanla alışılan ve onsuz yaşanılmayan bir bağımlılık haline dönüşüyor. Birbirlerine söyleyecek bir sözü kalmamış iki kişi bazen sırf sessiz gerginliği dağıtmak için birbirlerini iğneliyorlar. Pek çok çiftin yaptığı gibi yanlarında biri varken her şey normalmiş gibi davranıyorlar. Kadın ağladığında, adam istediği an karısını kırma gücü kendisine geçtiği için seviniyor. Rekabet var aralarında, karşılıklı suçlamalar var. Kadın aklı ve becerikliliğiyle eziyor adamı, adam tekmeleriyle ve tehditleriyle. Adam gittikçe çirkinleştikçe, kadın güzelleşiyor. Bir kazanan bir kaybeden var. Bir suçluluk duyan, bir de yoluna devam eden.

 

 

Romanı ister bir evliliğin ölümü ister Almanya’nın ölümü olarak oku, ya da bir kere öyle, bir kere böyle oku, Fallada’nın bağımlısı olacak, romanın 64 bölümünü 64 bardak schnapsmış gibi arka arkaya devireceksin. Ve suçun kimde olduğunu bulmak sana düşecek.

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.