Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yorgun ve yıkılmış bir köprünün anlattıkları



Toplam oy: 1106
Gündüz Vassaf
Yapı Kredi Yayınları
“Mostar Köprüsü yaşadığı tüm acıların ağırlığıyla yükseliyor ve vakur bir edayla susuyordu. Kimseye bir şey anlatmıyordu. Ta ki Gündüz Vassaf çıkıp köprünün bam teline dokunana kadar.”

Cennettin Dibi ve Cehenneme Övgü kitaplarıyla en azından bir kuşağın ezberini bozmuş olan Gündüz Vassaf, bir söyleşisinde Mostar Köprüsü’nün yıkılışından sonra halkın üzüntüsünü şöyle anlatıyor: “Adını hatırlamadığım bir yazar, ‘Aramızdan kardeşlerimiz, annelerimiz, babalarımız öldürüldü. Neden köprü bombalandığında o ölümlerden daha çok üzüldük’ diye soruyor ve kendisi cevaplıyor. ‘Çünkü efsaneleri, aşklarıyla o köprü hepimizindi. Bir tarih ve ortak yaşanmışlığın ifadesiydi’ diyor.”

 

 

 

Adı hatırlanmayan bu yazarın gösterdiği yoldan ilerlersek köprülerin yalnızca iki kıyıyı birbirine bağlamadığını daha iyi anlayabiliriz. Köprüler insanları birbirine bağlar, hayatları… Bu bağ bazen iyidir; birbirine yakın olsalar da suların uzaklığıyla ayrılan insanları birbirine yakınlaştırmıştır. Kız alıp vermişlerdir. Köpekleri birbirine karışmıştır; karşı kıyının kedileri diğer yakanın farelerini kovalamıştır… Ama köprü bazen de kötüdür; bu yakınlıklar bazen iktidarları rahatsız eder. İktidar köprünün hangi tarafındaysa öteki tarafı ezmek ister. Köprüler kan kanar… Ve savaş başlar ve köprüler yıkılır… Balkanlarda yapılan iki köprünün üzerinde tüm bunlar yaşandı. Drina Nehri’nin üzerine inşa edilen Drina Köprüsü ve Neretva Nehri’nin üzerine kurulan Mostar Köprüsü’nde. Köprüler insanları birleştirdi. O insanlar evlendi, çocukları oldu; sonra birbirlerini öldürdüler… Sadece bu değildi benzerlikleri, ikisi de o kıyalarda yaşayan halkların korkuları arasında kurulmuştu. Halk korkuyordu; çünkü nehrin güvenlikli sınırları karşıdan gelecek iyiliği olduğu kadar kötülüğü de engellemekteydi. Kıyıları sadece sular değil dinler de ayırmıştı. Bu iki köprü de kendi efsanesini yaratmış; inşa edildikten sonra insanları yakınlaştırmış, birbiriyle yaşamayı öğretmiştir. Ve sonunda savaş bu iki köprüyü de yıkmıştır…  İki köprü için de şarkılar söylenmiş, şiirler yazılmıştı ve iki köprü de sanata ilham olmuştur. Ama bu zamana kadar Drina Köprüsü, Mostar Köprüsü’nden bir adım öndeydi sanki. Çünkü Balkan edebiyatının en önemli isimlerinden İvo Andriç, Drina Köprüsü’nün hikayesini aynı isimli romanında baştan sona anlatıyordu. Bu aynı topraklardaki o köprüyü daha özel kılıyordu. 1945 yılında yayımlanan bu kitapta köprü asıl karakterdir ve her şey onun etrafında döner. Sokullu Mehmet Paşa tarafından yaptırılan bu köprünün hikayesini yıkılışına kadar anlatır Andriç. Köprü üzerinde yaşanan aşklardan köprü inşaatını sabote etmek isteyen Radisav'ın kazığa geçirilişine kadar… Hatta bunu öyle detaylı anlatır ki; kazığa geçirilmenin ne kadar vahşi bir idam yöntemi olduğunu bir okura hissettirir.

 

 

 

 

 

 

 

Drina Köprüsü’nün edebi anlamdaki üstünlüğü yazının girişinde andığımız Gündüz Vassaf’ın yeni kitabıyla son buldu diyebiliriz artık. Çünkü Gündüz Vassaf da İvo Andriç’e nazire yaparcasına Mostar Köprüsü’nü anlatıyor yeni kitabı Mostari: Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü’nde.

 

 

 

Gündüz Vassaf’ın, Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nde çalışırken Bosna’da yaşayan kuzeninin Mostar’daki evine gitmesiyle başlıyor kitaptaki Mostar Köprüsü’nün hikayesi. Mezarlığa dönmüş bir kentin içine gidiyor Vassaf, daha ilk günden köprüye tutku ile bağlanıyor. Köprü sürekli çağırıyor onu, her sabah kalkıp bu yapıya koşuyor ve onu dinlemeye başlıyor. Kısa zamanda köprünün bekçisi halinde geliyor. Etraftaki hiçbir şeyin farkına varmıyor köprü üzerindeyken; taşların kenarına sıkıştırılmış sigara izmaritlerinin markasına kadar not alıyor köprüye dair her şeyi. Ve köprü tam üç ay sonra serbest bırakıyor bu esirini. Köprünün ona yaşattığı esareti şöyle anlatıyor Gündüz Vassaf bir söyleşisinde: “Mostar’a ilk geldiğimde köprüye bakmaya kıyamadım. Sanki görücü usulü ile evleneceksiniz, o kişinin neye benzediğini bilmiyorsunuz ama yine de bakmaya çekiniyorsunuz. Eve ilk girdiğimde mutfağa, dolaplara ve yatak odasına baktım. Balkondan köprünün göründüğünü biliyordum, onu en sona sakladım. Köprüyü görür görmez ‘Allahım’ dedim. Beni adeta çarptı. Ertesi gün köprüye gittim ve not defterimi çıkarıp bir şeyler yazdım. Akşam olmuş, gelişimin üzerinden yedi saat geçmiş, hâlâ köprü üzerinde ayaktaydım. Ertesi gün uyanır uyanmaz, kahvaltı dahi etmeden, köprünün yolunu tuttum. Oraya gittim. Köprü beni azad edene kadar aylarca böyle yaşadım.”

 

 

 

 

 

 

Anı olarak yazmaya başladığı bu notlar daha sonra bir köprü bekçisinin nöbet defterine dönüşüyor. Hatta kitabın ismi de buradan geliyor: ‘Most’ köprü anlamını taşıyor, ‘Mostari’ ise köprü bekçisi… Mostar şehrinin ismini de köprüden aldığını söylemeye gerek yok sanırım.

 

 

 

Gündüz Vassaf’ın dokunduğu, dolaştığı, nöbet tuttuğun köprü 9 Kasım 1993'te Hırvat tanklarının başlattığı saldırı sonrasında kasım ayının sonunda tamamen yıkılmıştı. 500 yıllık bir tarih suların altına gömüldü o ay… Ama bu tarih suların altında kalamayacak kadar büyüktü. Köprünün taşları nehrin koynundan usulca alındı; zarar gören taşları yenileriyle değiştirmek üzere köprünün orijinal taşlarının çıkarıldığı taş ocağı tekrar açıldı. Kazmalar yeniden vurmaya başladı bu ocakta. Ve köprü aslına uygun olarak yeniden inşa edildi. Bu yeniden inşa bile köprüye ait olan hiçbir şeyi değiştirmedi. Mostar Köprüsü yaşadığı tüm acıların ağırlığıyla yükseliyor ve vakur bir edayla susuyordu. Kimseye bir şey anlatmıyordu. Ta ki Gündüz Vassaf çıkıp köprünün bam teline dokunana kadar. Mostar Köprüsü bu gönüllü Mostari’ye anlatıyor içinde ne varsa; yaşadığını, gördüğünü, üzüldüğünü, sevdiğini ve canını nasıl acıdığını… Ve köprünün ona neler anlattığını şu sözlerle bize aktarıyor Gündüz Vassaf: “Köprününün üstünden beş yüz yıldır akıp giden tarih var, Mostari’nin anlattığı. Beylikler, imparatorluklar, krallıklar, sosyalizm, kapitalizm… Altından,  kendi doğasında akıp giden Neretva. İnsan ve doğa iç içe, birbirine kayıtsız. Doğa insana haddini bildiriyor, ‘Ben buradayım sen gelip geçerken’ diyor. Mostari, köprünün git gelinde, tarihten özgürleşiyor, tarafsızlaşıyor, Neretva kayalarında, kuşlarında, sessizliğinde, kâh türünün tevekkülüne dalıyor, kâh haddini bilmezliğinde Mostar Manifesto’sunu yazıyor. “

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.